NEFS MAKAMLARI

İLMİ, RİCÂLİN AĞZINDAN ALINIZ.”
{Hz. Muhammed s.â.v}

* “Velâyet istidadına sahip, o yolda bir takım çalışmalar yapan kişi, aldığı güçlü ilim, idrâk ettiği hakikatla, ruhânîler arasında mânevî olarak bulunabilir, staj amacı ile bulunabilir, bir takım görevler yapar.

Ancak yeterli Nefs arınması olmadığı için; yani Nefs, kendini beden kabul etmeyi terkedemediği, bilincini aldığı müsbet ilhamlar sonucu arındırıp kemâle erdiremediği için Mutmainne`ye ulaşamamıştır ve hâlâ tehlikededir!.

En büyük tehlike de buradadır!…

Çünkü ruh, o kuvvete kavuşmuş, fakat Nefs, birim olma bilincini atamamış; ilham yollu aldığı kemâlâtı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır..

Ne zaman ki Nefs de bununla birlikte Mutmainne`ye oturur, artık onun için kaybetme tehlikesi bitmiştir…

Nakşi ve benzeri tarikatlar, ruh gücünü artırmaya gider ve “ruh gücü” belli bir düzeye geldikten sonra zaten Nefsi de kontrol eder ve onu yetiştirir” der…
Bu tarzı tatbik eder…

Kadirî, Rufaî, Bedevî ve benzeri tarikatler, “Nefsi” öncelikle tabiat kaydından kurtarmaya ağırlık verilir.

Nakşibendî`likte ise Nefs`in tabiat kaydından kurtarılmasıyla birlikte Nefs`in hakikatına dair bilincinin geliştirilmesine de önem verilir..

Tarikatlar arasındaki farklardır bunlar… Esas olarak, tarikatların tarzı, farkı buradadır…

Elbette bu anlattıklarımız, tarikatların orijinal gelişleri itibariyledir; bu günkü uygulamalarla alâkalı değil!

Mutmainne düzeyine geldikten sonra Nefs, “Velî” adını alır…

Mutmainne düzeyindeki kişi, “ilmel yakîn” düzeyindedir. Mutmainne,Fenâfillah`ın başlangıcıdır.

“Mülhime”de Fenâ-i ef`al ve sonucu olarak ;

“tevhid-i ef`âl”;
Fenâ-i esmâ ve sonucu olarak “Tevhid-i esmâ;
Fenâ-i sıfat ve ertesinde de “tevhid-i sıfat” yaşanılır…

Fenâ-i Zât`la birlikte Nefs, kendini beden kabul etme fikrinden arınmaya başlar.

Bunun neticesinde de “Fenâfillah”a girer; ki “Fenâfillah”, esas “Mutmainne”de başlar; velâyet mertebesidir!.

Mutmainne ve Mutmainne`yi takiben Râdiye “Fenâfillah”dır..

Mardiye, “Bekâ Billah”tır…

Mutmainne`de, kişide Allah`ın Tek`liği konusunda tam bir itminan hâsıl olur.

Nerede, ne fiil görürse görsün, “bu fiilin fâili hakîkisi Allah`tır” der ve nerede, kimde ne hâl görürse görsün,

“Hak böyle yapmayı diliyor, böyle yapıyor” der…

Kınama, ayıplama, ters görme, yanlış görme gibi haller, Mutmainnede`ki Veli`de kalkmıştır… ”

Bu, Mutmainne`de oturma hâli, yerleşme hâli neticesinde kişide “tecelli-i esmâ” meydana gelir ve “Rıza hâli” oluşur…

Görmektedir ki her şeyi meydana getiren Hakk`ın kendisidir!. Hakk`ın kendisidir derken, Nefs`in hakikatının da Hak olduğunu bilir, ama gene de kendini bir beden görme hâli tam kaybolmamıştır…

Şirk-i hafî, henüz burada mevcuttur…

Mutmainne`de ve Radiye`de Şirk-i hafi henüz mevcuttur; tam olarak yok olmamıştır!.

Yani, varlığın aslının Hak olduğunu bilir; “Ene`l Hak” der!… Ama buna rağmen, “Ene`l Hak” sözünün içinde gizli bir benlik vardır.

Oysa bu hâl içindeyken, her şeyden razıdır!…

Ne duysa, ne görse, ne olsa, “Böyle dilemiş, böyle yapmış” der ve o hâl içinde, razı`dır… “Nefs-i Râziye” tâbir edilir…

Yalnız burada bir fark var… Mutmainne`de iken fiilleri seyreder, o fiillerin fâili olarak Hakk`ı görür.
Nefs-i Râziye`ye geçtiği zaman Fiiller Boyutundan, İsimler Boyutuna çıkmıştır…

Artık, fiiller üzerinde durmaz; o fiilleri meydana getiren mânâların müşahedesine geçer.

Yani, o ismin neticesinde, meselâ “Rahman, Rahiym tecelli etti ve merhametle böyle yaptı” der.

Mutmainne`de; “Merhamet etti, şu parayı verdi!..” der. Fiili konuşur.

Râdiye`de; rahmeti, merhameti müşahede eder.
Oradan özellikleri meydana getiren isimleri, mânâları seyretmeye başlar.

Burada, Tecelli-i Esmâ vardır…

Burada isimlerin zuhûru seyredilir ve onlara dayalı olarak fiîllerin varlığndan sözedilir..

Yani, birinde bir fiîl var, o fiil bu isimler bileşiminin doğal sonucu olarak zaten çıkacaktır ortaya, başka çaresi yok!…

İşte bu fiîlin ortaya çıkışı bir isimler bileşiminin otomatik olarak oluşturduğu bir görüntüdür.

Bu anlayışa gelince kişi, isimlerin ağırlığını seyretmeye başladı.

işte bu isimleri ağırlıkla seyretmesi ile “Râdiye” oluştu, ve Tecellî-i Esmâ`ya geçti.

“Tevhid”ler, yani “tevhid-i ef`âl”, tehvid-i esmâ”, tevhid-i sıfat” ve tevhid-i zât” hep uruç yollu, kişinin kesretten vahdete doğru seyrinde yaşanılan idrâklardır..

“Tecelli”ler, yani “tecelli-i esmâ”, “tecellii sıfat” ve tecellii zât” ise nüzûl yollu, teklikten çokluğa doğru olan bakış açısının yaşanılmasıdır.

Levvâme, başlı başına bir grup,
Mülhime başlı başına bir grup,
Mutmainne ise, Râdiye`yi de içine alan bir gruptur…

Seyri sûlukta yani tasavvuf çalışmalarının bir yoldan yapılması hâlinde kişi şu yedi mertebeyi aşar:

1-Ruhu cüz`isinin ne olduğunu bilir

2-Aklı ve muhakemesini fark edip, düşünerek harekete başlar

3-Aklının Akl-ı Külli olduğunu farkedip; ruhunun Ruh-u Â`zâm`la kâim olduğunu; nefs`inin Nefs-i Küll`den geldiğini hisseder.

4-Hepsinin Zât`ta fâni olduğunu müşahede eder ve neticesini yaşar. (Cem makamıdır)

5-“İbn-ül Vakt” olduğunun bilincindedir. (Vahdeti vücûd – Ene`l Hak hâlidir) (Fenâ Fillah)

6-“Ebû`l Vakt” diye işaret edilen kemâlât ile yaşar. (Vahdet-i Şuhud) (Bekâ Billah) (fark bölümüdür)

7-“Fakr” = mahvı küll = Hiçlik (Vâhidiyet mertebesidir)

124 bin evliyânın çok büyük bir kısmı şerîat evliyâsıdır…

Geriye kalan tasavvuf yollu kemâle ulaşmış evliyanın büyük çoğunluğu da Mutmainne düzeyindedir.

Bunun diyelim dört bini de Râdiye`dir.

Mardiye`ye geçmek, evliyaullah içinde yüz binde bir kişiye nasip olan bir hâldir…

Ancak ve ancak Mardiye`de tam olarak şirk-i hafî kalkar…

Nefs bilinç olarak, “Mardiye” düzeyine geldiği zaman, Vâhidiyet mertebesinde kendini bulur.

Vâhidiyyet mertebesinde kendini tanıyan Nefs, ilâhi vasıflarla kendini tanır.

“Hayy”dır, “Alîm”dir, “Mürîd”dir, “Kâdir”dir, “Semi”dir, “Basîr”dir, “Mütekellim”dir.

Bütün bu vasıfların oluşturduğu sonuç, “Mükevvin” oluşudur!..

Yani “Tekvin” sıfatı!. Bunun tafsilâtına girmiyorum, ehli bilir; ehli olmayanın da bu mertebeyi anlaması mümkün değildir..

Çünkü orada, Nefs-i Küll olduğunu anlar, idrâk eder ve tahakkuk eder!..

Yani, Mülhime`de bilinç Nefs-i Küll olduğunu anlar, fark eder…

Ancak bu kemâlin tahakkuku Mardiye nefs bilincindedir.

Mardiye`dekin’de ise, Nefs-i Küll olarak tasarruf edendir!…

Burası 7`lerin, 4` lerin makamıdır. Yedi kutub, dört kutub, Nefs-i Mardiye düzeyindedir, Nefs-i Küll olarak…

Onlara 7`ler derler, yedi`dir ama yedisi birdir. Yedi kişidir onlar, ama aslında yedisi de birdir.

Yedi ayrı Nefs`dir, fakat Bir bilinçtir…!

Nefs-i Mardiyye sahipleri, “fetih” sahibidir.

Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i Radiye`de keşif vardır.

Onların ilimleri İlmi Bâtın`dır. Kalp gözü açıklığı denen, varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hâli vardır.

Mardiye Nefs sahibinde fetih vardır; kendilerinde yaşanılan ilim, ilmi Ledün`dür!…

“Evliyâya eğri bakma!.. Kevn-i mekân elindedir.” beyiti, Mardiye Nefs durumundaki Evliyaullah içindir…

Mutmainne`deki, Veli`dir.

Râdiye`deki, Veli-i Mükemmel`dir.

Mardiye`deki, Veli-i Kâmil`dir.

Safiye`deki evliyâullah ise “Ulül Azm” olarak bilinir, belli bir görevi olan bu zevât ya “Müceddid”dir; “Gavs”dır ya da Kutb-ul Aktab veya Kutb-ul irşâd`dır!..

“Mardiye”, sıfat mertebesidir, dedik. İlâhi vasıflarla vasıflanmış kişidir…

“Mutmainne” ve “Râdiye”, “Velâyet-i Suğra”dır.

“Mardiye”, “Velâyet-i Kübrâ”dır.

Enbiyâ velâyetinin kemâlâtından hisse alınır.

Bekâ Billah mertebesidir!. Bu mertebeden evvel kimsede İlmi Ledün olmaz!..

Bir de “Velâyet-i Uzmâ”, vardır.. Bu, “Müferridûn”un ve Rüesâ`nın velâyetidir…

Bu velâyet mertebesi, Velâyeti Kübrâ`nın üst sınıfıdır; fakat Velâyeti Ulyâ`nın kapasitesine de sahip değildir

Velâyeti Uzmâ, “Ferdiyet” makâmında olanların velâyetidir. Bunlar,Gavs`ın tasarruf dairesinin dışındadırlar.

“Gavsiyyet” görevini yüklenecek kemâlâta sahiptirler, fakat “Gavs” bir tane olduğu için bunlar, Gavs`ın dışındaki kişilerdir.

“Velâyet-i Kübra”dan sonra bir de “Velâyet-i Ulyâ” vardır!.
Bu da “Sâfiye nefs” bilincinin velâyetidir…

Mardiye`den sonra, “Sâfiye” gelir. Nefs`in tam bir Öz yaşam hâlidir…

“Halife” durumunda olan kişidir…

İnsan-ı Kâmil, Gavs, Kutb-ül Aktab ve Kutb-ül İrşâd bu mertebedeki şahıslardır!.

“Velâyet-i Ulyâ”, “Mele-i âlâ” Velâyetidir. Yüksek dereceli bazı melâikenin velâyetidir…

“Gavs”ın emrinde, yanında iki arkadaşı vardır. Bunlardan, dünyanın idaresi ile görevli yardımcısı; “Kutb-ul Aktâb”dır.

Aynı zamanda Ricâl-i Gayb=mânevî görevliler ordusunun başıdır.

Gavs olmadığı zamanda, Ricâl-i Gayb ordusunda başkanlık eden, Kutb-ul Aktâb`dır… Gavs`ın solundadır.
Gavs`ın sağında, Kutb-ul irşâd vardır…

Kutb-ul irşâd, âlemlerden gelen feyzi insanlığa dağıtır.

Kutb-ul irşâd, dünya işlerine karışmaz. Dünyada olacak olaylara, yani insanların kişisel durumu ile ilgili işlere karışmaz.

Âlemden gelen feyzi, yani bulunduğu devir içinde çeşitli burçlardan gelen kozmik ışınımı gereken kişilere kanalize ederek onlarda belli bir bakış açısını oluşturur.

Kutb-ul irşâd`ın vazifesi, gelen mânevî feyzi gerekli olan kişilere ve yerlere dağıtmaktır. O`nun görev alanı Kutbül Aktâb başkanlığındaki Ricâl-i Gayb’tan tamamen başkadır…

Kutb-ul İrşâd`ın emrinde de kutuplar vardır… Kutb-ul Aktâb`ın da emrinde Kutuplar vardır…

Kutb-ul İrşâd`ın emrindeki kutuplar, irşâd kutuplarıdır.

Bunlar, yetişmesi imkân dahilinde olan kişilerin yetişmesi için gerekli olan feyzi de dağıtır.

Meselâ, bir kişi gider bir şeyhe bağlanır. O şeyh aslında yetersiz bir şeyhdir… Ama o kişi de, istidatlıdır.

Bir şeyler olması lazım!. İşte o zaman “Kutb-ul irşâd”ın emrindeki “irşâd” kutupları, mânen o kişiye müdahale eder ve yetiştirir.

O kişi zanneder ki, “Ben şeyhimden alıyorum” Hayır!.. Şeyhinden almıyor!.

Şeyhinde gerçekte hiç bir şey yok!…

Ama O, sâfiyetle o şeyhe bağlandığı için, “Kutb-ul irşâd”ın emrindeki “irşâd” kutubları tarafından yetiştirilir…

Bu durumu ne o kişi ne de şeyhi bilir…

İşte “İrşâd” Kutubları, “Kutb-ul İrşâd”dan aldıkları feyzi dağıtan kutuplardır.

Ancak bu dağıtılan “feyz”i sadece kişi yetişmesiyle kayıt altına almamak gerekir.

Dünya insanlarına oluşan çeşitli akımlar, eğilimler hep bu “feyiz” kapsamına girer!..

Bu kelimenin anlamını çok geniş anlamak îcâbeder.

Bunların, halkın idaresi ile ilgili kutuplarla alâkası yoktur. Onlarla karıştırmamak lazım!…

İki türlü Kutub vardır;

1-İdarî Kutub

2-İrşâdî Kutub

İdari Kutublar, Ricâl-i Gayb tâbir edilen, mânevî ordunun görevlileridir.

En başta, “Gavs” vardır. Gelen ana feyz, “Gavs”a gelir…

“Gavs”, bu feyzi, irşad yönüyle, “İrşâd Kutbu”na nakleder.

Dünya`nın düzeni dolayısıyla alınması gerekli kararlar, oluşması gereken olaylar yönüyle de, “Kutb-ul Aktâb”a devreder…

“Kutb-ul Aktâb”ın emrinde 4`ler vardır. 4`lerden sonra, 7`ler, 7`lerden sonra 12`ler vardır… 12`lerden sonra 40`lar vardır.

40`lardan sonra 300`ler vardır, 300`ler tâbir edilir ama esas 313 kişidirler.

Meselâ; Seyyid Mahmut Murtaza el Geylânî ki Hama`da yaşamış ve bir süre önce âhırete intikâl etmişti, 40`lardandı!.

Lâdikli Ahmet Ağa, Alvar`lı Mehmet Efendi bu 300`lerdendi… Artık âhırete intikal ettikleri için açıklamakta bir beis yoktur.

300`lerden sonra 1200 kişilik bir grup vardır. Ondan sonra da 124 Bin`ler gelir…

Unutulmasın ki bu rakkamlar tüm dünya üzerinde görevli olanların sayısıdır.

Ana görevliler, 1200`lere kadar olan gruplardır. Bir de bunların dışında”Bölgesel Kutub”lar vardır.

Ayrıca bunların teferruatı olarak, yerel kutublar vardır.

Görev alanı belli bir bölgeyi içine alan kutublar vardır. Meselâ; istanbul bölgesi, Ankara bölgesi gibi…

Ankara deyince, civardaki birkaç şehri daha içine alan bölgesel kutublardır..

Meselâ Ankara Bölgesinin aslî kutbu Ankara`daki Hüseyin Gazi tepesinde medfun bulunan Seyyid Hüseyin Gazi`dir.

Bir de zâhiri olarak Ankara`da, yaşamakta bölge kutbu olan Zât vardır.

İşte, bu bahsettiğimiz zevâtın 40`lara kadar olan bölümü, “Mardiye”ye ulaşmamıştır…

40`ların bir kısmı “Mardiye”dedir, bir kısmı “Râdiye”dedir.
40`ların reisi “Mardiye”dedir,
7`ler “Mardiye”dedir,
4`ler “Mardiye”dedir.

“Kutb-ul Aktâb”, “Kutb-ul İrşâd”, Velâyeti Kübrâ sahibi; “Müferridun”, “Gavs”, “Müceddid” Velâyeti Uzmâ sahibi; “İnsan-ı Kâmil” de Velâyeti Ulyâ sahibi olarak “Sâfiye”dedir…

Bunlara topluca “Rüesâ” yani “Reisler” denilir.

Bu zevâtın hâli târife, tâbire sığmaz!…

Buradaki yaşamın nasıl olduğunu anlatmak mümkün değildir. Kimlere takdir olmuşsa, onlar tarafından bilinen bir yaşamdır.

Allah bize de o mertebeleri nasîb etmiş ola ki, biz de o hâllere muttalî olalım. Aksi takdirde ancak, lâfını ederiz!.

Daha alt düzeydeki görevler için, belli ruh kuvvetine erişmiş, belli beyin hassasiyetine ulaşmış, belli bir Vahdet görüşünü almış, kabullenmiş kişiler bir süre “stajyer” olarak görev alırlar.

Bunlar beyin kapasiteleri dolayısıyle görev yapabilecek kuvvettedirler. Bunlar, önceden tesbit edilir; bazıları 10 sene, 15 senelik staja alınır.

Staj süresi içinde olmalarına rağmen henüz Nefs`in arınma mücadelesi tamamlanmamış; gizli şirk tamamen ortadan kalkmamıştır onlarda…
Zaten o yüzden stajyerdirler…

Ve yukarı mertebedekiler bunlara belli görevleri intikal ettirirler; onlar da farkında olmadan o özellikleri kullanarak çevrelerinde belli tasarrufları yaparlar…

Bu arada yetiştiricileri olan kâmil veliler veya Hızır Aleyhisselâm nezaretinde gizli şirkin tamamiyle ortadan kalkması yani Nefs arınması çalışmalarını sürdürürler.

“Nefs”in arınması önce, kendini beden olarak kabul etme hâlinden kurtulma yani tabiat mücadelesiyle başlar; ki bu da “Levvame nefs”bilincinde oluşur.

Senin, kendini bir beden ve bir birim olarak kabullenmene yol açan hâllerden kurtulman içindir bu çalışmalar.

Bu gerçekleşmeden, veli olman, yakîn kazanman mümkün değildir…

İşte bu sebeple bazıları geçmişte, önce “tabiatı terki” ele almışlar.

Bir diğer kısmı, “şartlanmaları terki” ele almışlar.

Bir diğer kısmı da, “vehmi, varsayılan bireysel benliği terki” esas almışlardır.

* Geçmişte, tasavvufta, “ruhu kuvvetlendirme” denilen bilinci vahdete erdirme yolunu seçmiş Olanlar;,
Bilinçteki Tek’lik düşünce ve hissini geliştirerek, maddeden arınma çalışmalarına girmişler;
fakat çoklukla bunun getirdiği “benlik” hâlini genelde tam atamamışlardır.

* Buna mukabil, “Nefsi arındırma” denen çalışmaları yapan bir takım tarikatlar ve ekollerde aşırı riyazata, yani tabiatla mücadeleye önem vermişler.
…Fakat bunları yapan, yine kendileri olduğu için “Tek”lik kavramının idrâk edilmesi çok güç olmuştur.

* Buna mukabil, Varlığın Tekliği esasından, yani “Vahdet görüşü”nden hareket eden;
Melâmîlik, Bektaşîlik gibi zümreler’de;
… “Ben bu beden değilim, varlık Tek’tir” şeklindeki görüşten yola çıkmışlar;
ne var ki bu defa da tabiatla mücadeleyi geri bırakmışlar;
ve Teklik bilgisine rağmen, bedende Tekliği yaşamak handikapına düşerek, gene Vahdet`in hakikatına ulaşmaktan mahrum kalmışlardır!.

…Bir noktaya geldin ki; “Benim varlığımda, Hak’tan başka bir şey yoktur!.” dedin.
“BEN kelimesi ile işaret edilen varlık, gerçekte Hak`tır!”. dedin.
..Dediğin anda da hakikata giden yoldaki en korkunç batağa adımını attın!.

Gerçek “ben”inin, Nefs-i Küll, Akl-ı Küll, Ruh-u Mukaddes olduğunu farkeden “Nefs”; eğer, bir beden olma yolundaki belli kabulleri ve şartlanmayı hakkıyla terkedememişse, bu defa özüne ait olan yüce özellikleri bedene mâledip,
Rubûbiyetini bedende yaşamak ister!.

Yani, Nefsinin hakikatının gereklerini, madde boyutunda, kendisi olarak kabul ettiği bedeniyle yaşamak ister!…

“Çünkü, o anda bilgi yetersizliğinden dolayı elinde olmadan, “mâdemki benim varlığım Hak’kın varlığıdır, mâdem ki bu varlık Tek`tir; bu durumda Hak, hiç bir şeyle kayıt altına girmez!.
Hak dilediğini yapar!. Hak, mes`ûl değildir!” gibi düşüncelere saplanır!.
…Sonra da tamamen bedenin istediği bir biçimde yemeye, içmeye, uyumaya, cinsel tatminler ve dünyalık işlere doğru hızla kayar!.
…Artık bundan sonra, canı ne isterse onu yemek, onu giymek; zararlı veya zararsız onu tüketmek; canı ne dilerse onu yapmak gibi, bilincini tamamen bedenin esiri kılan davranışların içine girer!
..Ve böylece, her ne kadar başlangıçta kişi kendi bilincinin Kozmik Bilinç, o Evrensel Bilinç olduğunu farketsede, kabullense dahi; “hakikatı” elle tutacak derecede o “hakikat”e yaklaşsa dahi;
Edindiği bir takım duyum yollu yanlış kanaatlar dolayısıyla, bedensellik boyutuna kayarak ve o bilincin gereği olan yaşamı-hissedişi yitirerek, kendini beden kabul ederek ve bedenselliğe dönük yeme içme, cinsel tatmin, rahatlık gibi konularla bu tabiat batağında boğulma yoluna girer..Ve, yaşamına yön verme işini; Rubûbiyet hükmünden ve hükmüyle oluşan NEFS`e verip;
..En güzel şekilde yemeğe, en güzel şekilde içmeğe, bir takım nefsani arayışlara girmeye kayar!..
Ve bu sebeple yüce mertebeye çıkmış Nefs, bedenin tabiatı içinde boğulur gider, helâk olur!..

Çünkü birimden açığa çıkan “Nefs”, hakikatı itibariyle, “Halife” olan bir yapı olmasına rağmen, “kendisinin beden olduğu yolundaki varsayımdan” kurtulamadığı için, Rubûbiyeti bedene verdi ve dolayısıyla da tabiat batağında boğuldu…

Zirâ;

…”Okyanustaki balık için su bitmez-tükenmez olarak algılanmasına rağmen, ona dünyayı kuşatan gerçeğin hava olduğunu kolay kolay anlatamazsınız!.
Dünyayı kuşatan hava “hakikatı”nı ona anlattığınız zaman o sonunda bu gerçeği kabullense; ve sudan çıkarak havada yaşamak istese bu kesinlikle mümkün olmaz!.
“Dünyayı kuşatan hava gerçeğine rağmen, o, su içinde dünyaya gelmiştir ve yaşamına su şartlarına göre yön vermek zorundadır..
..Zaman zaman suyun dışına sıçrayıp havayı gören, tanıyan bu istidat ve kâbiliyette balıklar olmasına rağmen, onlar dahi diğer su mahlûklarına örnek olamazlar.
Balık, bedeninin doğası gereği suyun şartlarına göre kendini geliştirmek zorundadır, her ne kadar hava gerçeğini bilse dahi!.

“VAHDET” hakikatı, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda yaşanır; insan, bedeni itibariyle, yeraldığı boyutun şartları tâbidir!.
..Dolayısıyla, kişinin bütün yaşamı boyunca, bedenin istek ve arzularından kendini kontrol edebilmesi, şartlanmaların ve şartlanmaların getirdiği değer yargılarının, bu değer yargılarının kendisinde oluşturacağı duyguların üstüne çıkabilmesi; daha sonra da bunlardan arınmış bir halde, varlığı oluşturan “Nefsi Küll”ün bilinciyle kendini tanıyıp hissetmesi gerekir.
Eğer bunu gerçekleştirebilirse, gerek Rubûbiyet itibariyle, gerek Melîkiyet itibariyle, gerekse Rahmâniyet itibariyle kendini tanımış olur.

“Rahman arş üzerine ıstiva etti”

Âyeti artık onun için tecelli etmiş ve varlık âlemini her an seyreden; varlık âleminde tasarruf edebilen olmuştur.

..”Diğer türlüsü” KANDIRMACADIR!”

“Halkın konuşmalarına, hallerine, yazdıklarına bakarak; evliyadan, sır ehlinden, efrad’dan, melamiden”vb sandığı kişilerin yüzde 99`u, bedenselliği aşamamış! Rubûbiyeti bedene vererek kâh ilhâm yollu, kâh ilim yollu, kâhsa istidraç yollu bedende nefs-i emmare boyutunda; Bilinçteyse Mülhime boyutunda yaşayan; ve bu sebeple henüz “Mutmainne”ye adım atmamış ve dolayısıyla gerçekte “velâyet” mertebesini kazanmamış olan “mülhime” ehli olan “ârif”lerdir!.

“İlmel Yakîn”, “Mutmainne”de hâsıl olur.

“Mülhime”deki, “hissî müşahededir”; “yakîn” değildir.

“Mülhime”deki, “İlmel Yakîn”in gölgesidir. (Bilgi yollu belli şeyleri hissediştir)…

“Mutmainne”de “İlmel Yakîn” hâsıl olur. Bu, “Râdiye”de “Aynel Yakîn”e döner.

“Mardiye”de, “Hakkel Yakîn” hâsıl olur ve bu zâta “Arifi Billah” denir; İlâhi sıfatlarla tahakkuk eder.

Yani, o sıfatların gereği olan hâlleri kendinden ortaya koyuyorsun, ama kendinden derken kişiselliğinden değil, Nefs-i Küll olarak varlığından…

“Râdiye”de, “Tecelli-i Esmâ” vardır.

“Mardiye”de, “Tecelli-i Sıfat” vardır.

Yani, İlâhi vasıflarla tahakkuk etme hâli ki; bu ikisi arasındaki hâl, ancak yaşanarak farkedilir.

Dilde bunu anlatmak çok zor bir şey!..

Çünkü biz, öyle bir şey düşünmemişiz, hayâl bile etmemişiz.

Onun için bunlar böyle mecaz yollu anlatılır ama gerçeği ancak yaşanarak bilinir!.

“Gavs”, dünyada yaşadığı sürece, “Gavsiyet” görevini ifa eder.”Gavs”ların hepsi de esasen “vekil Gavs”dır.

Her mertebenin bir asîli vardır, o asîlden sonra gelen vekilleri vardır.

Gavsiyet mertebesinin asâleten sahibi Abdülkâdir Geylânî`dir.

“Gavs-ı Âzâm”dır. Diğer devirlerde gelen “Gavs”lar da o mertebeye ve göreve “vekâleten Gavs”lık görevini yaparlar.

Fakat âhirete intikal ettikleri zaman, Gavsiyet görevini bırakırlar.

Seyyid Abdulkâdir Geylânî`nin görevi ise bâtında devam etmektedir.
.. Bu yüzden de yardımları el`an devam etmektedir.

“Divan”a, geçmişte görev almış Gavs`ları temsilen, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri gelir. Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin “Gavs-ı A’zâm”lığı buradan ileri gelir, “Kutbiyet”i, “İrşâdiyet”i kendinde toplamış olduğu için değil!…

Asâleten “Gavs”dır. “Gavs-ı A’zâm”dır!…

Diğer “Gavs”lar, âhirete geçtikten sonra, “Divan”a katılmazlar, görevlere katılmazlar… O mertebeyi ihrâz etmiş, tabiri câizse, emekli olmuş gibidir.

Öbür tarafta, mânevî âlemde bir takım görevler yaparlar, dünya işlerine katılmazlar.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri`nin, Gavs-ı Âzâm olarak, asâleten o görevin sahibi olarak dünya işlerine müdâhale yetkisi vardır.

Diğer “Gavs”lar, dünyadan ayrıldıktan sonra, dünya işlerine müdâhale etmez, ama Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin dünya işlerine müdâhale yetkisi vardır, ve o yönüyle Gavs-ı Â’zâm`dır…

Diğer Gavslar, dünyada yaşadıkları müddetçe Gavsiyet görevini yapar, öbür dünyaya intikal edince de öbür dünyanın görevlerini yaparlar.

Bir de, her hicri yüz yılın başında gelen “Müceddit”ler yani “yenileyici”ler vardır. Çünkü her yüz yılda bir, dünyanın şartları değişir.

Dünya`nın genel şartları değiştiği için, o günün şartlarına göre, Din`i tecdit etmek = değişen anlayışa ve toplumun gelişmelerine göre Dini yeniden yorumlama ve açıklama gerekir.

Dini tecdit ederken yapılan iş, Din`de yeni şartlar getirmek değil; Dini, o günün şartlarına, anlayışına göre anlatmaktır.

İşte bunu, 100 yılda bir gelen “Müceddit”ler yapar…

“Müceddit”ler “Rüesa” mertebesinde çok yüksek dereceli zevât`tır…

“Müceddit”ler yenileme görevini yaparlar. Bu yaptıkları görevin gereğini icrâ kurulu tatbik eder.

Bir yandan da “Kutb-ul İrşâd” ile ortak çalışır.

“Müceddit”ler esas itibariyle “Kutb-ul İrşâd”la ortak çalışırlar.

“Müceddid”ler yenilemeyi yapar, o tecdit istikametinde “Kutb-ul İrşâd”la diğer kutuplar feyzi yayarlar…

“Kutb-ul Aktâb”, emrindeki diğer görevlilerle beraber dünyanın idarî, siyasî veya fizikî olaylarını yönlendirir.

“Kutb-ul İrşâd”, ilâhi feyzi yönlendirir. İlâhi feyzin yönlenişi de, “Müceddid”in, yenilediği konuya dönük olarak oluşur.

Dolayısıyla, “Müceddid”, “Kutb-ul İrşâd”la parelel çalışır.
“Müceddid”in olmadığı zamanlarda da “Kutb-ul İrşâd” görevlidir.

O, devam eder… Ancak, tecdit bâbında, “Müceddid” geldikçe, “Müceddid”in istikâmetinde O`nunla paralel çalışır.

“Kutb-ul İrşâd”lar, “Nübüvvet-i Tâ`rifiyye” kemâlâtıyla görev yaparlar…

Tecdid görevini yaparlar, fakat yüzleri halka dönüktür.”
Müceddid” de, “Nübüvvet`i Tâ`rifiyye” kemâlâtından hissedâr olarak gaybından alır, halka verir.

“Müceddid”, gaybından aldığı ilmi, “Kutb-ul irşâd”ın boyutsal olarak âfâktan aldığı feyizle birleştirir, halka yayar.

Çevresine yayışı kendindendir; dünya üzerine yayışı, “Kutb-ul İrşâd”ın gücünden yararlanaraktır…

Varlığı meydana getiren, Hakikat-ı Muhammediye nâmıyla târif edilen ana Ruh… Ruh-u Â`zâm, aynı zamanda bir kuvvedir..
…Kuvve olması itibariyle de “melek”tir.

Senin Nefs`inde hem melekîyet, yani nurâniyyet mevcuttur; hem de şeytâniyet, yani nâriyyete bürünme yeteneği!.
“Nefs”in hakikatı, “melek” tâbir edilen kuvvedir!.

Nefs, “vehm”e tâbi olursa, birimsellik noktasında kendini kabul etmiş, hakikatını yaşayamamış olarak şeytâniyete bürünür!.

Kendi özüne yönelirse, melekî kuvvelerini kullanmış olur.

Bu melekî kuvvetlerini kullanarak hakikatına ve aslına dönmüş, hakikatının ve aslının gereğini yaşamış olur ki, Nefs`in üst mertebeleri meydana çıkar…

Her büyük kutub, yani Kutb-ul Aktâb olsun, Kutb-ul İrşâd olsun veya Gavs olsun bunların her biri belli bir sıfat ağırlıklı olarak gelmişlerdir.

Meselâ Abdülkâdir Geylânî Hazretleri`nde, kudret sıfatının zuhuru ağırlık kazanmıştır.

Yani, “Hayy”, “Mürid”, “Alîm” sıfatlarıyla âşikâre çıkmasına karşın “Kadir” ismi yönünden ağırlıklı olarak kudretle gelmiştir.

Dolayısıyla O`nda çok büyük tasarruflar vardır…

Şeyh Bahaeddin Nakşibend, “Alîm” ismi yönünden açığa çıkmıştır!… İlimle gelmiştir!…

Seyyid Ahmed Rufaî ve Seyyid Ahmed Bedevî…

Onlar da “Kudret”sıfatı ile zuhur etmişlerdir. Bu yüzden onlarda da olağan üstü olaylar görülmüştür…

“Mardiye Nefs” mertebesinde “Tecelli-i Sıfat” zuhûrunda “fetih” hâsıl olduğu zaman bu zuhur mutlaka ağırlıklı olarak bir sıfattan olur.

“Mukarreb” olan Allah velilerinin her birinde belli sıfatlar vardır.

Bunlara vekâleten diğer velilerde de belli sıfatlar oluşur.
…Ama netice olarak her biri kendi tâbi olduğu Hz.Muhammed (a.s)ın meşrebinden istifade ile görev yaparlar.

Veliler de o meşrebden giderler…

“Mukarreb” velilerin bir kısmı, Hazreti Musa`nın meşrebi üzeredir; Müşahedesinde “tenzih” görüşü ağır basar…

Kimisi de, Hazreti İsa`nın meşrebi üzeredir, “teşbih” müşahedesi ağırlıklı olarak varlığı değerlendirir.

Eğer velâyette “Ulül Azîm” mertebesine geçerlerse ve “Aktâbiyet”veya “Müferridun”luk durumu hâsıl olursa, Muhammedî meşrebe geçerler; ve bunun sonucunda onlarda “tenzih” ile “teşbih”görüşünün eşit ağırlıkta sentezi olan “tevhid” müşahedesi meydana gelir..

Onlar, Muhammedî meşrebdir. Onların dışındakilerin hepsi ya Musevî veya İsevî meşrebdir…

Mârifet, ikiye ayrılır:

Birinci Mârifet, “Mülhime”de hâsıl olur.

Belli riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur.

Bu mârifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!.
Bunlara “ârif” denilir!. Bunlar daha “velî”değildirler!.

İlmî kerâmetler ise ikinci mârifet mertebesi olan “Mârifetullah” sahibi”mardiye nefs” bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına aittir…

Bununla karıştırılmaya!..

Burada, henüz “benlik” kavramı vardır bilinçte!.
Ancak yoğun riyâzet dolayısıyla beyinde belli bir hassasiyet meydana gelmiştir.

Ve bu hassasiyet ile belli olağan üstü fiilleri ortaya koyar.

Bu, Allah`a yöneliş sırasında oluşan bir mârifet`dir.

Ve, bu düzeydeki kişiye “Ârif” derler… Yani, işin hakikatına ârif olmuş belli bir “mârifet”sahibidir. Bu, daha sonra “Mutmainne”de, “hakikat”e döner…

“Mârifet”den sonra, “Mutmainne”de ve “Râdiye”de “hakikat” yaşanır.

Bu “hakikat” sonrasında “Mardiye”ye yükselirse, o zaman “Mârifet-i Billah” meydana gelir.

Yani, “Allah`ın indinden ihsan ettiği ilimle”bilme hâli ki, o takdirde bu kişiye “Ârif-i Billah” derler…

“Mülhime” mertebesindeki mârifet sahibi “ârif”dir.

“Mardiye” makamında hâsıl olan ikinci mârifetin sahibine “Ârif-i Billah” derler.

Yani, varlığındaki Allah`ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât demektir” Ârif-i Billah”!…

Bu, “Hakikat”ten sonra gelen Mârifet-i Billah`tır…

İşte, bazılarının,
“Şeriât-
Tarikat-
Mâ`rifet -Hakikat” demeleri!
‘…bazılarının da,
“Şeriât-
Tarikat-
Hakikat -Mâ`rifet” demelerinin nedeni, bu farka dayanır.

“Hakikat”den sonra “Mâ`rifet” diyenler, “Mardiye”deki”Mârifetullah”dan söz ediyorlar.
“Mâ`rifet”ten sonra “Hakikat”, diyenler ise “Mülhime”de yaşanılan irfândan söz ediyorlar.

“Levvâme”deki, “Tarikat”dır… “Mülhime”de, “Mârifet” hasıl olur…

Bu “Mârifet” neticesinde de, şayet takdirinde varsa “Mutmainne” ve”Râdiye”de, “Hakikat”e vâsıl olunur…

Burada söz konusu olan “hakikat”, bu kelimenin işaret ettiği somut olayın “mecâzı”dır.. “İlmi”dir!..

Bu mecâzla işaret edilen somut olayın gerçeği mutlak “hakikat”ın yaşamı ise, yalnızca “mardiye nefs” bilincinin eriştiği mertebede,”Hakk-el Yakîn” sonucu yaşanır, “fetih” sahiplerince!..

Yüksek dereceli evliyaullaha göre, “Mülhime”deki “Mârifet” dikkate bile alınmaz!. Onlara göre o, önemli bir şey değildir!..

Tarikat devresi olan “levvâme” ve “mülhime” idrâkından ve yaşantısından sonra; buralardaki sayısız vartalardan kurtulup lutfu ilâhi ile “Mutmainne”ye geçilirse, böylece “Hakikat” hâsıl olur!.

Marifet devresi olan “Mülhime” bilincindeki ârifte, bu idrâktan sonra “tarikat” kavramı kalmaz!.
“Şeyh” kavramı kalmaz!..

Eğer hâlâ o kişide bu kavramlar varsa, o zaten “mârifet”e ermemiş, “ârif” olmamış; çokluk kavramından geçip “TEK”lik müşahedesine ulaşamamış; benlik kavgası içinde, menfaatleri uğrunda savaş verip, tasavvufun da hoş sohbetleriyle vaktini değerlendiren “dervişân” sınıfındandır!

Yunus Emre kırk yıl hizmetten sonra “Mülhime”de kemâle ulaşınca, Taptuk tarafından yanından uzaklaştırılarak, “mutmainne”ye geçmesi için önü açılmıştır!.

Hiç bir ârif, şeyhinin yanında “mülhime”nin kemâlini yaşayamaz; bu yüzden de “mutmainne” bilinç mertebesi kendisine açılamaz!

“Vahdet-i Vücûd”un bilgisi “mülhime”de; kemâl hâliyle yaşamı ise “mutmainne”de oluşur!..
Elbette bu müşahede de “tarikat” kavramlarına yer kalmaz!

Eğer veli, bu mertebelerden sonra, “Vahdet-i şuhûd” müşahedesinin yaşandığı “Bekâ Billah”a geçer ve “Mardiye” bilinciyle, “fethe” ermiş olarak “Mârifetullah”a sahip olursa, işte o zaman “Ârifi Billah” olur!…

Bu durum içinde, “Hakikaten sonra, Mârifet gelir” derler…

Bir de Allah`ın yüce velileri içinde “müferridun” farkı vardır”!.

“Ferdiyet sahibi” olan bu Zâtlar, insanlık içinde fevkalâde değerli varlıklardır… Yani, Onlara rast gelmek dahi, muazzam bir lütfu ilâhî`dir…

Yeryüzünde bir insana ulaşacak en büyük nimet, “Müferridun”dan olan bir Zât`a rastlamaktır.
Bir insan için ondan daha büyük bir nimet düşünülemez!…

Kişi, eğer böyle bir Zât`a rastlarsa, bile ki bu Zât direkt tasarruf sahibidir.

Müferridun`dan olan Zât, Gavs`ın tasarruf halkası dışındadır!.

Onlar, isterse eğer, her hangi birisini, Allah`ın kudret ve kuvvetiyle seçer alır.
.. Hiç bir tarikat şeyhi O`na karşı koyup, müdahale edemez!..

O, istediğini seçer, alır!.

“Allah, dilediğini kendine seçer” (42-13)

Âyeti, Müferridun`dan da tecelli eder!. Ve O, dilediğini kendine seçer…
..Seçen O`dur!.

O adam, şu hâldedir, bu hâldedir… Çamura batmıştır, şöyle olmuştur, böyle olmuştur, şuna bağlıdır…
Bu hiç önemli değildir!…

Mühim olan, O`nun dilemesi ve onu seçmesidir…
İcâbında en berbat batakhanenin göbeğinde bile olabilir o kişi. Bir anda döner!..

“Nazar-ı ilâhîye`ye mâruz kaldı” derler, bu duruma…
Nazar-ı ilâhî tecellî eder, “Müferridun” denen Zât`tan!
O, her şeyi değiştirir!…

Evet biz, bunların hep hikâyesini yazıp okuyoruz; konuşup, dinliyoruz!… Hakikatı nasıl olur?.. Onu da ehli bilir…

Aman haddimizi bilip, “edep” üzere olalım!..

Bilmeden bir “ehli”nin yanında cahilliğimizi ortaya saçıp, kendimizi küçültmeyelim!.

Elindeki çemberi otomobil diye şöföre anlatmaya çalışan çocuk durumuna düşmeyelim!. Sonra gün olur, çok utanırız!.

İşte bunun için “edep” çok önemlidir..

* Andolsun Güneş’e ve Onun duhasına;

* Onu takip ettiğinde Ay’a,

* Onu açığa çıkartan Felâk’a;

* Onu örtüp kaplayan Leyl’e;

*Semâya ve onu bina edene;

* Arza ve onu yayana;

* Nefse ve onu düzenleyene;

* Sonra da o nefse; hem fücurunu (sapmasını) ve hem de takvasını (korunmasını) ilhâm edene ki…

* Gerçekten “nefsini” arındıran kurtulmuştur!
/ŞEMS-1,2,3,4,5,6,7,8,9
MUHTEŞEM İRSÂL..