MUHYİDDİN İBN ARABİ VE MELAMİLİK /MELAMET TASAVVURU

MUHYİDDİN İBN-İ ARABİ’NİN MELAMET HAKKINDA GÖRÜŞLERİ

Ebu Yezid el-Bistami’nin dışında ilk melametilerde vahdet-i vücud gibi konulara rastlamak mümkün değildir. Ancak İbn. Arabi’den sonra, melametiliğin vahdet-i vücud çizgisinde bir gelişim gösterdiği, İbn. Arabi’nin etkisi altında onun görüşlerinin tesirinde kalan Şarani ve İ.Hakkı Bursevi’nin (Ö. 1725) etkisi ile ikinci ve üçüncü devre melametiliğin vahdet-i vücud merkezli bir gelişim gösterdiği görülmektedir.

İbn. Arabi, diğer düşüncelerinde olduğu gibi, melamet düşüncesini de vahdet-i vücud merkezinde incelemiş ve bu çerçeveye oturtmuştur.

İbn. Arabi, salikleri üç kısımda ele alarak onları, abidler, sufiler ve melamiler şeklinde sıralar ve bunlar arasında melamilerin en üst dereceyi işgal ettiklerini belirler.

Ona göre bu makam “makam-ı kurb”dur ve bunun üzerinde “nübüvvet” derecesi bulunmaktadır. İbn. Arabi, melametin anlamını daha geniş tutarak Hz Peygamberi melameti sayar.

İbn. Arabi’nin, aynı zamanda “ümena” diye isimlendirdiği bu zümrenin sayısı belli olmayıp zaman içinde artıp eksilmektedir.
İbn. Arabi Fütuhat-ı Mekkiye’sinde Melamet ve Melamet ehli hakkında şunları söylemektedir.

“Hz. Ebu Bekir es-Sıddık’ın kademi yolu üzerinde bulunan ricalullahdır/Allah adamı, Allah ehlidirler.

Bunlar beş vakit namaza, kılınması gereken sünnetlerin dışında bir ilave yapmazlar. Sokak ve çarşılarda çevre tarafından tanınmazlar. İnsanlarla normal şekilde konuşurlar.

Bunlar diğerlerinden ancak Hakk ile Hakk olan gönülleriyle ayırt edilirler. Ubudiyet/kulluk derecesinden asla ayrılmazlar. Gönülleri Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet tecellisi kapladığından, riyazet ve baş olma sevdasına kapılmazlar.

İşte bu gurup melamiyye, ricalullahın manevi makam yönünden en üstün dereceye sahip olanlardır.”

Yine bunlar, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eden iman sahibi kimseler olup, dünya ehlinden gizlenirler. Onların hallerine kimse vakıf olmayacağı için bu zümrenin gizli olması gerekir.

Çünkü, İbn. Arabi’ye göre “Eğer onların Allah katındaki halleri insanlarca bilinseydi, insanlar onları ilah edinirlerdi.

”Bu bakımdan bu kimseler, alelade insanlar gibi normal bir yaşantı sürerler. Nitekim onlara “ümena” ismi verilmesi, kendilerine tevdi edilen ilahi sırları ve hakikatleri, ehlinden başkasına ifşa etmediklerinden dolayıdır.

“Onlar batınlarında olanı zahirlerine yansıtmayan, sufilerin en üst tabakasında bulunan kimselerdir.”

Melamilerin sahip olduğu özellikler şunlardır.

Melamiler, Allah’ın emirlerini yerine getiren diğer müminlerden fazladan bildikleri bir hal nedeniyle ayırt edilmezler. Çarşılarda dolaşır, insanlarla konuşurlar.

Her beldede o belde insanının kıyafetlerini giyerler.
Allah’ın razı olacağı şekilde evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar
İnsanlar tarafından fark edilmemek için komşuları dışındakilerle pek ilgilenmezler.

Konuştukları zaman Allah’ı murakabe ederler Allah’ı ararlar. Hakk’tan başkasını söylemezler. Kendileri insanlarla oldukları halde kalpleri ile hep Allah’la beraber olurlar.

Farz namazları insanlarla beraber eda ederler ve sadece sünnetleri eklerler. Mescitleri mesken edinmezler. İnsanların dikkatini çekmemek için cuma namazlarının kılındığı mescitlerdeki yerlerini sürekli değiştirirler.

İlimde bilgi sahibi olup, Allah’a kullukta bir an bile geri kalmazlar. Kalplerini rububiyet sultanı istila ettiği ve onun karşısında zelil bulundukları için riyasete tama etmezler.

Her makamı gerektiği şekilde zevk ve amel ederler ve halktan gizlenirler. Onlar hiç şüphesiz Yüce Allah’ın halis ve muhlis kullarıdırlar. İnsanlar arasında yerken, içerken, uyanıkken ve uyurken ve konuşurken devamlı suretle Allah’ı müşahede ederler.

Onlar, kalpleriyle Allah’tan başka bir mefhumla uğraşmadıkları ve bununla kendilerini korudukları için bu ilahi basamaklara varmışlardır. Onların konuşmaları, oturmaları, kalkmaları ve bütün yaşantıları Allah iledir. İşte bunlar melamilerdir.

İbn. Arabi’ye göre bu yolun büyüklerine melameti ismi verilmesinin nedeni, insanların, fiillerin gerçek sahibi olan Allah’ı görmeyip, o fiil kimin elinde gerçekleştiyse bu fiili ona ait görerek kendilerini kınamaları ve zemmetmeleri nedeniyle ve Allah katındaki mertebelerini ve hallerini gizlemelerinden dolayıdır.

Eğer o insanların önlerinden perde kaldırılıp, fiillerin Allah’tan olduğunu görselerdi, o fiilin üzerinde bulunan kişiyi kınamazlardı.

Bunu fark edince de bütün fiiller onlar nazarında değerli ve güzel görünürdü. Böylece fiillerin sahibi Allah olunca kınamada kınanana göre anlamsızlaşır.

Ayrıca, melamet düşüncesine çeşitli tenkitler yönelten Hucuviri de (Ö.1072) melamet ehlinin övgüye değer diğer sıfatlarını zikrederken, Hz. Peygamber’in de melamet ehli gibi, çevresinde kınanmaya maruz kaldığını belirtir.

Her meslekte olduğu gibi Melamiliğinde pek çok taklitçileri ortaya çıkmış, melamet fikri zamanla dejenere olmuş, laubali ve ibahi tutum takınan kimselerin istismar ettikleri bir yol haline gelmiştir.

Belki kasten belki de bilmeyerek Melamiliği taklit edenler, melami tavır ve karakterinde görülmeye yeltenenler, şeriat dairesinden çıkıp, belki de ne yaptıklarını bilmeden zındıklar arasına karışmışlardır.

 

MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ’DE MELÂMET TASAVVURU

  1. Giriş
    Bilindiği gibi, hicretin III. asrından itibaren zümreleşmeye başlayan ve Bağdat, Şam, Nişabur ve Mısır’da odaklanan zâhidler, riyâzet ve mücahedenin yanında teorik bir çerçeve de oluşturmaya başlamışlar, tasavvuf terminolojisi inşasına girişmişler ve buna bağlı olarak zümreleşmişlerdir.1 Bunun ya nında söz konusu bölgesel odaklaşmaya göre III. asırda genelde Bağdat ve Nişabur tasavvuf mekteplerinin özellikle dikkat çektiği görülmektedir. Bu iki mektep aynı zamanda, tasavvuf hareketinde iki ana çizgiyi de ifade etmektedir: Sufîlik ve Melâm(et)îlik.

Kendilerini yaşam tarzı, kılık kıyafet, mekan ve dil itibarıyla farklılaştıran sufîlere bir tepki olarak ortaya çıkan melâmî zümreyi Horasanlı sufîler2 oluşturmakla birlikte, Irak veya tasavvuf hareketinin takipçilerinin bulunduğu sair yerlerde de bu fikri benimseyenler mevcuttur.‛Sufîlere karşı zâhidâne bir tasavvuf‛3 olarak nitelendirilen melâmî hareketin ilk temsilcileri Hamdûn Kassâr (ö.271(884), Ebu Hafs Haddâd (ö.270/883), Ebu Osman el-Hîrî (ö.298/910), Ebu Turab Nahşebî (ö.245/859), Şah b. Şuca’ el-Kirmânî (ö.270/884) olmakla birlikte; ifade ettiğimiz gibi, Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896), Hakîm Tirmizî (ö.295/908), Ruveym (ö.303/932), Ebu Ali Rûzbârî (ö.322/933) gibi sufiler de melâmî neşveye sahiptir.4

.
Kınamak, ayıplamak ve serzenişte bulunmak anlamına gelen melâmet,5 tasavvuf ıstılahında yaygın şekliyle, ‚Yaptığı iyilikleri (gösteriş olu endişesiyle) gizlemek, kusurlarını ise (nefsiyle mücadele etmek, aşağılamak için) açığa vurmak‛ olarak tarif edilir.6 Buradan da anlaşılacağı üzere melâmetin temel özelliği, riyâdan kaçınmak için gizliliğe riayet etmek ve şöhretten sakınmaktır. Bu meyanda yapılan melâmet tanımlarında üzerinde durulan temel hususlar da iddia sahibi olmama, riyâdan sakınma, nefsi töhmet altında tutarak onun ayıpları ile meşgul olma, yaptığı amelleri görmeme şeklinde tezahür etmiş;7 bu hareket, anılan anlamları kasten ‚Melâm(et)îlik‛ veya kurucusu Hamdun Kassâr’a nisbetle ‚Kassârîlik‛8 şeklinde isimlendirilmiştir. Bahsedilen bu özellikleri nedeniyle melâmîler dış görünüşlerinden iç hallerine intikal edilemeyecek hal, fiil, davranış ve sözleri seçerek avâm ile avâm, havâs ile havâs olmuşlar; gerçek durumlarını sezdirmemeyi, toplum içerisinde kıyafet ve görünüşle ayırtedilmemeyi anlayışlarının esası olarak belirlemişler, sırlarının açığa çıkmasından endişe ettikleri ve insanların övgülerine yol açacak bir hal oluşunca nefislerinin gururlanmasından çekindikleri için bir taraftan bu hallerini gizlemeye çalışmışlar, diğer taraftan da nefisleri ile mücadele etmek için halkın öfke ve tepkisini çekecek, hatta zaman zaman kınama ve azarlamalarına neden olacak fiiller işlemişlerdir.9
Melâmet fikrinin tarihsel gelişim sürecinde, başlangıcından itibaren yozlaşma örneklerinin görülmesi birtakım rahatsızlıkları da beraberinde getirmiş ve bu husus tasavvuf kitabiyâtına da yansımıştır. Bazı eserlerde melâmetten hiç bahsedilmezken10 bazılarında sufimelâmî mukayesesi yapılmış ve sufinin melâmîden üstün olduğu ifade edilmiştir.11 Bunun yanında bazı eserlerde de melâmet, sâlikin ulaşabileceği yolun nihayeti olarak takdim edilmiştir.

.
Melâmet düşüncesinin orijinal yönünü ortaya koyan müstakil yegane kaynağımız, Ebu Abdurrahman Sülemî’nin (ö.412/1021) Risâletü’l-Melâmetiyye’sidir. Onun verdiği bilgilerden hareketle melâmîliğin ilkeleri ve usulü hakkında genel bir fikir edinmek mümkündür. Sülemî burada, tanınmış melâmî şeyhlerinin görüşlerini bir usul dahilinde sunmuş, onların beyanlarını Kur’an-ı Kerim ve Sünnet ile ya da sahabe veya meşâyıhın sözleriyle desteklemeye çalışarak, kabul edilebilir melâmet anlayışının çerçevesini ortaya koymayı amaçlamıştır. Bu bakımdan Sülemî’nin anılan eseri melâmet düşüncesinin orijinal özelliklerinin tespiti açısından ayrı bir önemi haizdir. Bu eserde melâmet düşüncesinin ana fikri, melâmî şeyhlerden aktarılan sözlere dayanılarak, Hakk’a karşı bir iddiada bulunmaktan kaçınmak ve riyâya düşmekten sakınmak olarak takdim edilmektedir. Sülemî’nin verdiği bilgilerin temelini teşkil eden riyâ ile mücadele fikri, bu yolun temel prensibini teşkil etmektedir.12
.
Yukarıda ana hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız Nişabur melâmetîliğindeki temel ilkelerden hareketle, genel olarak, fena, sekr, vahdet-i vücûd ve ilintili konularda özellikle konuşulmadığını; çünkü bu konulara dair söz sarfetmenin ‚sırrı fâş eylemek‛ olarak değerlendirildiğini görmekteyiz. Ancak bu konuda, Nişabur melâmetîliği kapsamında değerlendirilmeyen ve fakat Sülemî’nin ortaya koymuş olduğu melâmet fikrinden bü-yük ölçüde etkilendiğini düşündüğümüz İbn Arabî’nin (ö.638/1240) melâ-mete dair, kendine özgü tasavvuf düşüncesi sistematiği içerisinde yapmış olduğu orijinal yaklaşımlar kanaatimizce kayda değer bir husustur. Biz bu-rada esas itibarıyla İbn Arabî’nin melâmet fikrine bakışını ele almak istiyoruz.

.
2. İbn Arabî’de Melâmî Neşve
İbn Arabî öncelikle, Hak yolundaki sâlikleri tasnif ile başlar ve onları üç kısma ayırır: Âbidler, sufiler ve melâmîler. Bunlardan birinci grup olan âbidlerde zühd hali, salih ameller ve nefsi kötü fiillerden uzak tutmak gibi davranışlar hakimdir. Bu insanların, haller, makamlar, ledünnî ilimler ve sırlar hakkında bir bilgileri yoktur. Bunlardan birisi bir şey okuyacak olsa bu, Muhasibî’nin (ö.243/857) er-Riaye’si veya onun yerine geçecek bir eserdir. İkinci sınıf ise, bütün fiillerin Allah’a ait olduğunu ve kendilerinin hiçbir şekilde eylemde bulunamayacağını müşahede eden sufilerdir. Bunlar, zühd, takva ve tevekkül konularına yaklaşımları itibarıyla âbidlere benzerler. Onlar da güzel ahlak sahibi ve fütüvvet erbabı olup; insanlara nail oldukları keramet ve harikaları gösterirler ve kendilerinin Allah katındaki derecelerini bilmelerine sebep olacak herhangi bir şeyi izhar etmekten çekinmezler. Çünkü onlar, kendi iddialarına göre, Allah’tan başkasını görmezler. Bunlar, melâmîlere nisbetle nefis ve arzu sahipleridir. Üçüncü sınıf ise melâmîlerdir. Bunlar, Allah’ın kendisine yönelttiği bir sınıftır. Allah, onlara bir göz ilişir de, kendisinden alıkoyar düşüncesiyle muhafaza etmiştir. Melâmîler sadece ve sadece Allah ile beraberdirler, bir an bile onun ibadetinden geri durmazlar. Rubûbiyet kalplerini istila ettiğinden dolayı, riyâsete karşı bir istek duymazlar.13
.
Görüldüğü gibi İbn Arabî, insanları âbidler, sufiler ve melâmîler diye üçe ayırdıktan sonra, melâmîlerin en yüksek dereceyi işgal ettiklerini belirtir ve onların çeşitli özelliklerinden bahsettikten sonra ‚İşte bunlar ‘rical’in en yükseğidir‛ der.14 İbn Arabî’nin bu yaklaşımından, melâmîleri sufilerden farklı ve daha özel bir statüye yerleştirdiği anlaşılmaktadır. Melâmîler genellikle sufi gruplar arasında kabul edilseler de İbn Arabî’ye göre bu fırkanın kendine özgü bir karakteri ve manevî hayatı vardır. Aynı yaklaşım Sülemî’nin melâmet risâlesinde de görülmektedir. İlim ve hal erbabını üç gruba ayıran Sülemî bu gruplar hakkında şu bilgileri verir:

Birinci grup, hükümleri bilen, onları toplamak, muhafaza etmek ve yaymakla meşgul olan şeriat âlimleri, fakîhlerdir. Bunlar, havâssın ilgi alanıyla uğraşmazlar; şeriatın temellerini koruyacak problemler ile uğraşan zâhir ehlidirler. Bu kimseler, dünyaya aldanmayıp, mal-mülk sevdasına düşmedikleri, amellerini ifsad etmedikleri sürece, muâmelâta dair hususlar ve bu hususları Kur’ân ve Sünnet ile temellendirmede danışılacak kişilerdir. Bunlar, şeriat âlimleri ve dinin önderleridirler. Bu şekilde davran-mazlarsa onlara uyulmaz ve onlar işlerinin ehli olma özelliklerini yitirirler.

İkinci grup, havâs denilen, Allah’ın, kendini bilme üstünlüğünü verdiği gruptur. Allah onları halkın uğraşılarından alıp kendisine yöneltmiş olup, onların bütün iş ve istekleri Allah iledir. Bunların, dünya ve dünya işleri ile bir ilgileri yoktur. Bütün ilgileri Allah’a yöneliktir. Allah onlara lütuflarda bulunmuş ve onları işlerin aslına nüfuz etme gücü ile donatmıştır. Bütün varlıkları, düşünceleri ve gidişleri Allah içindir.

.
Üçüncü gruba ise melâmetîler adı verilir. Allah onların bâtınlarını kurb, ittisâl ve üns lütufları ile süslemiş, onları gaybın sırlarına erdirmiştir. Onların Hakk’tan ayrılmaları imkansızdır. Onlar cem’, kurb, üns ve vuslat makamlarına ulaşınca Allah onların zâhir olmalarını istemeyip onları halktan gizlemiş ve halkla birlikteliklerinde uygulamış oldukları şeriat hükümleri ile uğraşma ve zâhir ibadetleri gibi görünür hallerini onlara göstermiş ve böylece cem’ü’l-cem’ ve kurb halindeki durumlarını onlardan gizlemiştir. Bâtınların zâhire yansımadığı en üstün hal işte budur. Hz. Peygamber’in en üstün mertebeye ulaştıktan sonra15 halka döndüğünde onların zâhirdeki halleriyle konuşması ve yaşamış olduğu o kurb halinin zâhire yansımaması durumu buna benzer. Az önce bahsettiğimiz hal ise, Musa (as)’ın, Rabb’i ile konuştuktan sonra kimsenin onun yüzüne bakmaya güç yetiremediği hale benzer. Bu son durum, ikinci gruba dahil olan sûfîlerin haline benzemektedir. Zira bu halde olan sûfîlerin bâtınları zâhirlerine yansır.16

.
Sülemî burada sufileri Allah ile ilişkilerinde Hz. Musa’ya benzetmiştir.Çünkü Hz. Musa hiç kimsenin kendisine bakamayacağı, Rabbiyle konuşurken bâtınını tesiri zâhirinde gözükmüştür. Allah ile ilişkilerinde melâmîler ise Hz. Muhammed’e benzemektedir. Zira O en ulvî dereceye yükseltildiğinde nail olduğu kurbiyet ve yakınlıktan sonra bile bâtını zâhirinde müessir olmamış, halka döndüğü zaman ise onlardan birisi imiş gibi dünyevî işlerinde onlarla sohbet etmiştir. İşte bu, ubudiyetteki en üstün haldir.17
.
Kanaatimizce İbn Arabî, Sülemî’nin yukarıda aktarmış olduğumuz değerlendirmelerinden büyük ölçüde istifade etmiştir. Çünkü O, Hz. Muhammed de dahil olmak üzere tüm peygamberleri melâmî taifeden saymış ve fakat bununla yetinmeyerek, melâmîlerin sahip oldukları makamın Hz. Ebu Bekir, Hamdun Kassâr, Ebu Saîd Harrâz (ö.277/890) ve Bayezîd Bistâmî (ö.261/875) gibi zevatın makamlarıyla aynı derecede olduğunu, bu makama da ‚makam-ı kurb‛ ve ‚makam-ı ilahi‛ denildiğini, bu derecenin üstünde ancak nübüvvet derecesinin bulunduğunu belirtmiş;18 hatta ‚Bizim halimiz de budur‛19 demek suretiyle kendisini de bu zümreye dahil etmiştir. İbn Arabî’ye göre velâyetin en üst derecesini ifade eden bu makam, ‚Sonra yakınlaştı ve sarktı, yay ile ok mesabesi gibi oldu‛20 makamıdır.21

.
İbn Arabî’nin tüm peygamberleri melâmî taifeden kabul etmesi, onun velâyete bakışı ile alakalı bir durumdur. Şöyle ki ona göre velâyet bütün peygamber ve rasulleri içerisine alacak bir kapsama sahiptir. Başka bir ifadeyle velîlik bütün manevî rütbelerin temeli ve hepsinde müşterek olan tek unsurdur: Bu aslında ilahî bir sıfattır. Hem peygamberlik ve hem de rasullükten daha umumidir; nübüvvet ve risâlet onun özel dereceleridir. Nebîlik ve rasullük geçici oldukları halde o, sürekli bir haldir.22 Dolayısıyla peygamberlerin melâmîliği, onların nübüvvetleri ile değil, velâyetleri ile ilgili bir özelliktir.23
.
İbn Arabî, melâmî ismini Sülemî’nin anladığından çok daha geniş bir anlamda kullanmaktadır. Ona göre melâmî ismi, ne zâhidlerden belirli bir gruba ve ne de tasavvuf yolunda veya dinde belirli bir bakış açısına işaret eder. Melâmîler bütün zaman ve mekanlarda yaşayan, kendine özgü nitelikleri olan ve ortaya çıktıkları durumun vaktine göre sayıları artan veya eksilen ehlullahtan bir grubun adıdır. Onların vatanları ne Horasan’dır ve ne de Nişabur; pirleri de ne Hamdun el-Kassar’dır ve ne de Ebu Hafs veya Ebu Osman el-Hîrî’dir. Gerçi İbn Arabî, bu makama ulaşanlar arasında, farklı tabaka ve bölgelere mensup Ebu Saîd el-Harrâz, Abdülkadir Geylânî, Ebû Yezîd el-Bistâmî, Ebussuud b. Şiblî gibi isimlerin yanında başta Hamdun Kassar olmak üzere Nişabur pirlerini de saymaktadır.24 Ona göre melâmîlerin özellikleri şunlardır:

.
Melâmîler, Allah’ın emirlerini yerine getiren diğer müminlerden fazladan bildikleri bir hal nedeniyle ayırt edilemezler. Onlar farz namazlara sadece nafileleri eklerler, çarşılarda dolaşırlar, insanlarla konuşurlar, farzları insanlarla birlikte eda ederler, her beldeye o beldenin insanlarına ait kıyafetlerle girerler, mescitleri mesken edinmezler, insanlar arasında dikkat çekmemek için Cuma namazının kılındığı mescitlerdeki yerlerini sürekli değiştirirler, konuştukları zaman Allah’ı murâkabe ederler, insanlar tarafından fark edilmemek için komşular dışındakilerle pek haşır-neşir olmazlar, bütün ihtiyaçlarını kendileri karşılarlar, Allah’ın razı olacağı şekilde çoluk-çocuğuyla şakalaşır ve haktan başkasını söylemezler. Ancak kalpleri ile insanlardan ayrılıp, Allah’la beraber bulunurlar, ilimde rusûh sahibi olup, Allah’a kulluktan bir an bile geri durmazlar, kalplerini rubûbiyet sultanı istila ettiği ve onun karşısında zelil bulundukları için, riyâsete tama’ etmezler, her makamın gerektirdiği şekilde amel ederler ve halktan gizlenirler. Onlar hiç şüphesiz Efendilerinin hâlis ve muhlis kullarıdır. İnsanlar arasında yerken, içerken, uyanıkken, uyurken ve konuşurken, devamlı surette Allah’ı müşahede ederler. Onlar, kalpleriyle Allah’tan başka bir mefhumla uğraşmadıkları ve bu şekilde kendilerini korudukları için ilâhî ba-samaklara varmışlardır. Onların konuşmaları, oturmaları, kalkmaları, bütün yaşantıları Allah iledir. İşte bunlar melâmîler olup, ricâlin en yükseği, talebeleri de en üstün olan kimselerdir.‛25

.
Yukarıdaki metinden anlaşılan temel ilke, halleri gizleme ve insanların ilgi odağı olmaktan kaçınmadır. İbn Arabî, melâmîlerin halktan gizlenmeleri ve insanların aleyhlerinde konuşmalarına sebep olacak davranışlar sergilemeleri şeklindeki yaklaşımlarıyla da örtüşen bu tavırlarına, sözünü ettiğimiz iki nedenin dışında başka bir sebep bulmaya çalışır. Ona göre asıl sebep şudur: ‚Eğer onlar, Allah katındaki derecelerini insanlara açıklamış olsalardı, insanlar kendilerini ilahlaştırırdı.‛26 Bu bakımdan anılan kimseler, alelade insanlar gibi normal bir yaşantı sürerler:27

.
Âbidler halleri ve yaşayışları ile, sufiler gösterdikleri harikuladelikler ve zâhidlikleri ile insanlar arasında seçilirken, melâmîler sıradan bir insan görüntüsündedirler.28 Melâmîler çarşılarda dolaşır, insanların içinde bulunurlar.29 Onların giysileri gizliliktir.30 Eğer bir yerde tanınacak olurlarsa hemen oradan ayrılırlar.31

.
Fütûhât’ın tamamen melâmiyyeye ayrılmış 309. babında da açıklandığı üzere, melâmilerin ismi Kıyâme suresinin en-Nefsü’l-Levvâme (kendini kı-nayan nefs) üzerine yemin edilen ikinci ayetinden gelmektedir.32 Onlara bu ismin verilmesinin İbn Arabî’ye göre iki nedeni vardır: Birincisi, bu ismin onların talebelerine verilmesidir. Çünkü bu talebeler, Allah huzurunda sürekli olarak nefislerini kınarlar ve sülûk esnasında kendisiyle rahatlayacakları bir amel bulamazlar. Çünkü ameller ile ferahlamak, amelin kabulünden sonradır; halbuki amelin kabul edildiğini talebe bilemez. Bu ismin büyüklere verilmesinin sebebi ise şudur: Onlar, insanların fiillerin Allah’tan olduğunu görmeyip, kimin elinde zuhur ettiyse ona ait kabul ederek, onlara göre fiilleri kendi aralarında zemmettiklerini ve kınadıklarını görmüşlerdir. Bunun için Allah katındaki mertebelerini ve hallerini gizlemişlerdir. İnsanların önündeki perde kaldırılıp, fiillerin Allah’tan olduğunu öğrenselerdi, bir eylemi kendi elinde gerçekleştiği kişiyi ayıplamazlardı. Bu durumda onlara göre bütün fiiller değerli ve anlamlı hale gelirdi.33 İbn Arabî’nin bu görüşle-rinde vahdet-i vücuda işaret vardır. Melâmîlik düşüncesini de vahdet-i vücûd anlayışı çerçevesinde harmanladığını düşündüğümüz İbn Arabî, melâmî kelimesi ile genel anlamda, bir yandan inziva halinde iken, ibadet ve taat, riyazet ve mücahede ile meşgul olan, başkalarının tenkidini üzerine çeken zahirî davranışlarından dolayı melâmiyye adı verilen bir derviş fırkasının adı olmanın da ötesinde; bâtınî doktrinlerini kendisine saklayan, sırlarını halka hatta birbirlerine bile asla açıklamayan, velâyetin en üst mertebesinde bulunan kişileri kastetmektedir. Bunların kalplerinde yalnızca Allah vardır, O’nunla görür, O’nunla işitirler. Öyle ki kendi nefislerini bile unuturlar.34
.
İbn Arabî’nin, yukarıda zikredilen görüşlerinden de anlaşılacağı üzere melâmîler velî tabakaları arasında ilk sırayı almaktadır. Ona göre bu zümre, ‚Ehl-i tarikin sultanları ve imamlarıdır. Çünkü Hz. Muhammed de bu taifedendir. Onlar her şeyi layık olduğu yere koyan hikmet sahipleridir< Bu dünyanın hakkını bu dünyaya, öbür dünyanın hakkını öbür dünyaya ver-mişlerdir.‛35 İbn Arabî’ye göre melâmîler, kalplerinde Allah’tan başka bir varlık olmadığı için bu mertebeye ulaşmışlardır. Onların bütün sözleri Al-lah’a dairdir. Yönelişleri de O’nadır.36 Bu nedenle Peygamber Efendimiz de bu taife hakkında ‚Velîlerimden en gıbta edilenler, Rabb’ine en güzel şekilde yaptığı ibadetten haz almayan, gizli ve açık işlerinde Allah’a itaat eden, insanlar arasında ibadetiyle tanınmayı istemeyip, gözlerden uzak olan, haramlardan sakınanlardır.‛ diyerek adeta melâmîleri tarif etmektedir.37
.
Melâmîlerin bu kadar özel bir konumda olduğunu düşünen İbn Arabî, melâmet anlayışında temel esas olan gizlilik prensibi ile doğrudan bağlantılı olarak, onların sayılarının bilinmediğini, zamanla artıp eksilebileceğini düşünmekte38 ve melâmî zümreyi ifade etmek üzere Efrâd39 ve Ümenâ40 kavramlarını kullanmaktadır. İbn Arabî’ye göre melâmiyyenin zirvesini teşkil eden efrâd, mukarrebûn41 olarak nitelenmektedir ve makamları nübüvvet-i mutlakadır. Yani, nebilere ait ve Hz. Muhammed tarafından ‚mühür‛lenmiş nübüvvetten farklı olarak, şeriat getirmeyen ve fakat derece bakımından onun hemen altında yer alan nübüvvet makamıdır. Efrada ait olan ve dolayısıyla da melâmîlere has nübüvvet-i mutlaka makamı her türlü velâyetin aşılamaz zirvesini temsil etmektedir. Başka bir ifadeyle ‚Rasuller nebîlere göre neyse‛ bu zirveye ulaşanlar da diğer velîlere göre odur.42
.Onlardan hiçbir harikulade hal zuhur etmez. İnsanlar kerametlerine şahit olmaz. Onlara hürmet gösterilmez, zira insanların görebileceği hiçbir faziletle temeyyüz etmezler< Allah onların kullukları ile insanlar tarafından bilinmelerini istemez. Onlar bu dünyanın gizlenmişleri, safları ve eminle-ridir. İnsanlar arasında onlardan saklanmışlardır< Onlar efrâddır.43

.
İbn Arabî’ye göre melâmiyye içinden seçkin bir olan topluluk ümenâ ise, bu taifenin havâssı, halleri ise halkın mechulüdür. Çünkü onlar mahlu-katla olan muamelelerinde imanın genel gereklerine göre hareket ederek Allah’ın emrettiği ve nehyettiği konularda titizlik gösterirler ve farzlara riayet ederler.44 Bu topluluğa ümenâ isminin verilmesi, kendilerine tevdî edilen ilahi sırları ve hakikatleri, ehlinden başkasına ifşa etmediklerinden dolayıdır:

.
Bu öyle bir sırdır ki, Allah, kulları arasında ‘Ümenâ’ zümresinden olan edeb ehli kimselerden başka hiçbir ferdin ona yol bulması mümkün olmaz. Çünkü Allah’ın ‘Ümenâ’ denilen velîleri vardır ki onları kendisinden başka kimse bilmez. Ancak içlerinden bazıları birbirini tanırlar.45

.
İbn Arabî’nin melâmet ehlini velîler hiyerarşisinde en üst makama yerleştirerek onları tamamen halktan gizli bir grup olarak tavsif etmesi, velâyet telakkîsini biraz daha gizemli hale getirmiştir diyebiliriz.46
.
Mutasavvıfımızın melâmete dair değerlendirmelerinden belki de en dikkat çekeni, velayetin kemâlini temsil ettiğini belirttiği melâmîleri, kafirûn olarak tavsif etmesi ve hatta Kur’an’da kafirlere izafe edilmiş sıfatlarla ta-nımlamasıdır.47 KFR kökünün aslî manasından (gizlemek, örtmek) hareket eden İbn Arabî, ‚Onları uyarsan da uyarmasan da birdir, iman etmezler, Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin önünde de bir perde vardır‛ ayetlerinin48 işarî izahı sadedinde şöyle demektedir:

.
Allah onların kalplerini mühürlemiştir, ki kalplerinde O’ndan başkası için yer olmasın. Onları sağır kılmıştır, ki bütün kelâmlardan ancak O’nun sözünü işitsinler. Gözlerini perdelemiştir, ki onlarla kendisine işaret eden şeylerden başkasını müşahede etmesinler.49

Allah velî kulunun kalbini mühürlediği zaman oraya kendisinden başka bir varlık giremez. O, ‘Yere göğe sığmadım, kulumun kalbine sığdım’50 buyurmuştur.51

.
Bu şaşırtıcı izah, kaynağını İbn Arabî’nin defaatle ifade ettiği irfânî bir esastan almaktadır. İlk olarak Allah’ın Kur’an ve Hadislerde kendisini biz kusurlu mahluklara ait sıfatlarla vasıflandırdığını hatırlatan İbn Arabî’ye göre zahiren menfî mana taşıyan vasıfların müsbet bir manaya da sahip oldukları açıktır ve Allah, ‚Velilerini düşmanlarının sıfatıyla gizlemektedir.‛52 Nitekim ulvî ya da süflî olsun her bir isim ve her bir şey bütün hakikatini, hikmet-i vücudunu işte bu müsbetlikten almaktadır. Gölgenin varlığı ışığın varlığına delalet eder. Varolan hiçbir şey ilahi bir kaynak ve dayanak noktasından, bir müstened-i ilahiden mahrum değildir.53 İnsanların, eşyaya takılıp kalması, suretin ötesindeki varlığı görememesi nedeniyle bu hakikati anlayamayacaklarını ifade eden mutasavvıfımız, söz konusu durumu anlamak için de melâmî olmak gerektiğine işaret eder. Çünkü ‚Melâmîler eşyaya Hakk’ın tecelligâhı olarak bakarlar.‛54

.
3. Sonuç
İbn Arabî’nin melâmete dair yapmış olduğu değerlendirmelerde öncelikle Sülemî’nin etkisinin olduğu açıktır. Ancak, onun nihâî olarak melâmet düşüncesini velâyet anlayışı ile birlikte ele alması ve bununla bağlantılı olarak da vahdet-i vücûd telakkîsi merkezinde incelemesi onun orijinal yönünü oluşturmaktadır. Bu arada, anılan bakış açısının melâmet düşüncesinin ilk temsilcilerine yabancısı olmadığını da ifade etmek gerekir. Bununla, ilk melâm(et)îlerin vahdet-i vücûd fikrinin savunucusu olduğunu kastetmiyor olmakla birlikte onların, kulun, nefsinde bir varlık görmemesi ve buna bağlı olarak bir iddiada bulunmaması gereğini, kendisinin mutlak bir varlığa, bir iradeye ve dolayısıyla da bir eyleme sahip olamayacağı düşüncesi55 ile izah etmeleri, İbn Arabî’nin ifade ettiği, fiillerin sahibinin Allah olduğu ve bu nedenle kınanmanın anlamsızlığı düşüncesinden pek de farklı değildir.

Öte yandan İbn Arabî’nin bize sunmuş olduğu melâmet fikrinin, tarihsel melâmetîlik ile karışık mefkûrevî bir telakkî olduğunu, Futûhât’taki metinlerin tarihsel melâmetîlikten nisbeten bağımsız olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Şu var ki, mutasavvıfımızdan sonra melâmî neşve vahdet-i vücûd çizgisinde bir gelişim göstermiş, İbn Arabî’nin etki-sinde kalan özellikle Eşrefoğlu Rûmî (ö.874/1469), Abdülvehhab Şaranî (ö.973/1565) ve İsmail Hakkı Bursevî (ö.1137/1725) gibi şahsiyetlerin de etki-siyle vahdet-i vücûd merkezli bir gelişim seyri takip etmiştir.

1 Ebu’l-Hasan Ali b. Osman el-Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, Dâru’t-Türâsi’l-Arabî, Kahire, 1974,s. 209-317. 2 ‚Horasan Erenleri‛ tabiri, Horasan merkezli gelişen tasavvuf anlayışının temel eğilimi olan melâmî neşveyi benimseyen sufilere karşılık olarak kullanılmıştır. Bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İs-tanbul 1977, s. 162. 3 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1999, s. 147. 4 Melâm(et)îliğin tarihi seyri hakkında bk. Osman Türer, ‚Melâmîliğe Dair‛, Türk Dünyası Araştırmaları, Aralık-1985, sayı: 39, ss. 25-51; Mustafa Kara, ‚Melâmetiyye‛, İÜİFM (Prof. Dr. Sabri Ülgener’e Armağan), İstanbul, 1987, XLIII, sayı: 1-4, ss. 561-598. 5 Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitabü’l,’Ayn, Beyrut, 1988, c. VIII, s. 343; Şemseddin Samî, Kâmûs-u Türkî, İstanbul 1317, s. 1399. 6 Ebu Sa’d Abdülmelik el-Harkûşî, Kitabü Tehzîbi’l-Esrâr, haz. İrfan Gündüz, İstanbul 1990, s. 21; Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, Beyrut, 1966, s. 71. 7 Ebu Abdurrahman es-Sülemî, ‚Risâletü’l-Melâmetiyye‛, Mecelletü Külliyeti’l-Âdâb, Kahire, 1942, c. VI, s. 71. 8 Hucvîrî, age, s. 118-119, 2189 Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turuk- Aliyye Birinci Cüz: Melâmîlik, İstanbul, 1338, s. 19. 10 Örneğin Kelâbâzî, Ta’arruf adlı eserinde bir tasavvuf ıstılahı olarak melâmetten söz etme-diği gibi Hamdun el-Kassâr’dan da bahsetmemiştir. 11 Sühreverdî ise melâmî-sufi mukayesesinde, tercihini sufiden yana yapmış ve melâmet ehlinin, manevî hallerde ne kadar yükselirse yükselsin mutlaka bir eksiği olacağını ifade etmiştir. Çünkü ona göre sufinin Allah’tan başka her şeyden fani olması, melâmetînin halk ile birlikte olma halinden daha üstündür. Bu yaklaşım tarzı, İbn Ara-bî’nin tüm varlığa bakışındaki temel paradigmadır. Zira ona göre, herşey Allah’ın bir is-minin mazharı olup onun tasarrufu altında bulunur. Celal, Cemal, Hâdî, Mudill; bunların hangisi olursa olsun, onun yolu doğru yoldur. (İbn Arabî, Lübbü’l-Lübb Özün Özü, çev. İsmail Hakkı Bursevî, sad. Abdülkadir Akçiçek, Bahar yay., İstanbul 2000, s. 79.) Dolayı-sıyla bütün suretlerde ve biçimlerde tecellî eden Hak’tır. Ancak, varlıkların kayıtlı kapasi-teleri nedeniyle bu tecellîler farklı derecelerde olabilir. Bu hakikati bilen kişi, tecellî ettiği bütün suretlerde Hakk’ı bilir ve görür. Çünkü o, herhangi bir kayıttan uzaktır, ama ‚Her duruma göre o durumun gerektirdiği kayıtlılık içinde, o durumdan konuşarak‛ muamele eder (İbn Arabî, Futûhât, c. IV, s. 194). 54 İbn Arabî, Futûhât, c. II, s. 16.

 

Haller yaratılmışlardan ortaya çıkarken Hak karşısında mertebeler mizaç gibidir. Kul kendisini öfkelendirdiğinde Hakkın ‘ gazap ettiği ‘ veya razı ettiğinde ‘ razı olduğu ‘ söylenir. Kulun hal ve mertebesi Hakkı razı eder veya öfkelendirir. Bu yönüyle Hak için hal ve mertebe, canlı için mizaç ne ise odur. Bir mizaca acı veren başka mizaca haz verebilir.
Demek ki haz ve acı mizaca göre değişirken ; Hak , hal ve mertebelere göre tecelli eder !

Fütuhat – c16,s380 – Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)