Hakikat tektir! Değişmez ve başkalaşmaz. Ancak hükümler hallere göre başkalaşır!
Bu alemde mertebe ve derecelenme vardır. Doğru tek değildir. Doğru; zamana göre, kişinin mertebesine göre, hal’e göre, şartlara göre, farklılık arz edebilir. Asıl yanlış olan şey bir konuda ‘ tek doğru budur ‘ iddiasında bulunmaktır. Ancak doğruda derecelenme vardır. Bir kimse için bulunduğu şartlarda ve haline göre doğru kabul edilen şey, başka bir kimse için kendi bulunduğu şartlara ve haline göre doğru kabul edilmeyebilir. Ya da bir kimse için doğru diye nitelenen bir durum, ilim sahibi ve feraset sahibi bir kimse için doğrulukta daha zayıf görülebilir ve bu ilim ve feraset sahibi olan kimse daha doğru olanı görmekte ve uygulamakta olabilir. Mertebesi düşük olan kimse ( ilim düzeyi düşük ve feraseti olmayan kimse ) ise kendiinden yüksek idrake sahip kimsenin doğrusunu kabul etmeyecek ve onu yanlış yapıyor diye niteleyecektir..
Kemalatta da aynı şekilde derecelenme vardır ve bu durum kaçınılmazdır. Bu durumu ancak ilimde, ferasette, hikmette ileri düzeyde olanlar idrak edebilir.
Allah’tan ilmimizi artırmasını, bizi feraset sahibi kılmasını ve hikmet verip gereğince gören, bilen, idrak eden ve yaşayan kullarından kılmasını niyaz ederiz.
………………………………………………………..
Mü’min için ilim büyük bir nimettir, bir mihenk taşıdır, terazidir. Her kimde hakikat ilimleri mevcut ise karşılaştığı her olayı, her duyduğu sözü, her gördüğü işi bu terazide tartar ve daha sonrasında ilminin verisine göre bu şey hakkında hüküm verir. Aksi takdirde derin ilim sahibi olmayanlar ya zannına göre, ya aklına göre – ki akıl dahi bazen yanılır, çünkü akıl duyuların verisine göre sahip olduğu bilgi, şartlanmalar, içinde bulunduğu halin tesiri vs. ile bir hükme varır – ya heva hevesine göre, ya şeytanın üfürmesine göre bir sonuç çıkarır ve hüküm verir. Yanıldığından haberi olmadığı gibi yine o kişinin yanıldığını söyleyen hakikat ehlinin sözlerini de duymaz.
Bazı insanlar vardır ki yaşantısında şeriatın izleri olmadığı halde manevi cihetten bir çok nimetlere, lütuflara ulaştıklarını, rüyalarında bazı Ehlullah’ın ruhaniyetleri ile görüştüklerini, Hızır (a.s.) ın kendilerini yetiştirdiğini, yollarının Üveysi yolu olduğunu, kalplerine doğru olan düşüncenin doğduğunu, böylece hiç hata yapmadan yaşadıklarını, meleklerin kendilerine seslendiğini, talimat verdiğini , ehlullahın kendilerine seslenip her türlü bilgiyi verdiğini ve hatta bazıları da uyanık halde iken bu ehlullah ile görüştüklerini iddia ederler. İddiaları doğru olsa idi yaşantıları Kur’an ve sünnet ışığında olurdu! Şeriatın emirlerine uygun bir hayatları olup şeriatın yasakladığı fiil ve sözlerden sakınan bir yaşamları olurdu. Ama onlar sadece kalp temizliğinden (!) dem vururlar, maksat insanın kalbinin temizliğidir (!) diyerek şeriatın emirlerini küçük görürler, bu fiiller avamın yapması gereken fiillerdir, biz artık yüksek bir idrake vardığımızdan bu şekli ibadetlerin bir ehemmiyeti yoktur, biz daim namazdayız, bilinç ve şuurda her daim Allah ile birlikteyiz (!) derler.
Bu iddialarda bulunanlara sorarım ki; sizin kalbiniz Allah Resulü’nün, sahabeyi kiramın, ehlullahın, salih kulların kalbinden daha mı temiz ki onların asla terk etmediği namaz ve ibadetleri terk etmişsiniz, tavizsiz emirlerini yerine getirmeye gayret sarf ettikleri şeriatın hükümlerini hiçe saymışsınız, zahirinizde hiç bir şekilde şeriata uymadığınız gibi bu muhkem hükümlere batınınızda bozuk bir tevil ile hevanıza uygun anlam yüklemişsiniz. Eğer sizin iddianız doğru ise o zaman tüm ehlullah yanılmış, tüm meseleleri yanlış tevil etmiş!( ? )
Bu durumda olan birçok insanı heva ve hevesinin peşinde koşması sebebiyle Cinler ele geçirmiştir. Bu insanlar nefis mertebelerinden emmare – levvame ve hatta mülhime nefs mertebelerinde bulunabilirler. Mülhime nefs mertebesine çıkmış olduğu halde kendilerini manevi cihetten koruma altına alamamış, şeriatın emirlerine gereken hassasiyeti göstermeyerek böylece cinlerin şeytan tayfasından ilhamlar alarak dosdoğru yoldan sapmış ve etrafındaki insanları da bu sapkınlığa sürüklemekte olan birçok insan vardır. Cinler çok zeki varlıklardır. İnsanlarla oynamasını çok severler, kendileri arasında tahakküm ettiği insanların sayısının çokluğu ile övünürler. Kur’an ve sünnete önem vermeyenler ya da ehlullahın tevillerinin zıddı tevillere itibar edenler cinlerin tuzağına rahatlıkla düşerler. Bu tarz insanların ilgi ve alakaları hangi cihetten ise o cihet üzerinden gelerek cinler bu insanları tuzaklarına çekerler. Dine eğilimli insanlara dini cihetten yaklaşarak kendilerini önce rüyalarında bir evliya bir şeyh olarak tanıtır ya da Hızır (a.s.) olarak tanıtır ve böylece onların güvenini kazanarak sonrasında ‘ sen artık olgunlaştın, bir evliya oldun ‘ ve hatta bazen daha da ileri giderek ‘ sen Mehdi ‘ sin ‘ deyip kişiye Mehdi’liğini ilan ettirirler. Sonrası, hüsran olmuş bir akibet.
Bilinçli bir mü’min bu tarz iddialarda bulunanları hakikat ilminin verisi olan terazide tartar ve yalancı bir iddiacı olduklarını görür.
Günümüzde bu tarz tuzaklar üzerinden, cinlerin kullandığı ve kullanıldıklarından haberleri dahi olmayan böylesi insanlar aracılığı ile bilgisiz, saf , araştırmayan , şeriatın hükümlerini doğru bir şekilde bilmeyen , yaşamayan müslüman kardeşlerimiz kandırılmaya çalışılmaktadır. Böylesi grup ya da kişiler bu cahilleri rahatlıkla tuzaklarına çekmektedirler.
Adı ne olursa olsun , hangi isimle isimlenirse isimlensin ( tarikat , cemaat , grup vb. ) bu zümreye ve kişilere karşı uyanık olalım ve çevremizdeki insanları uyaralım !..
Konunun önemine binaen bu yazıyı paylaşmak ihtiyacı hasıl olmuştur.
………………………………………………………..
Hakikate dair ilimler adeta bu ilimleri elde edeni sarhoş eder. Sarhoş olan ise kendinde olmayıp ne yaptığını ne söylediğini bilemez hale gelir. Bunun neticesinde ise ‘sapıtır’. Kişiyi bu durumdan koruyacak ve sarhoşluğunu engelleyecek şey ise şeriatın hükümlerine sıkı sıkıya yapışmak, kulluğunu layıkıyla şeriatın emri dahilinde yerine getirmektir. Bu kaygan zeminde kişinin ayaklarını sabit tutacak şey şeriat ayakkabısıdır. Her kim bu şeriat ayakkabısını giymeden bu yollara çıkmaya kalkarsa bilsin ki ‘ sapıtanlardan ‘ olur.
Şeriatsız hakikat yaşanamaz. Şeriatsız hakikat zındıklıktır. Üzerinde şeriat olmadığı halde hakikati anladığını ve yaşadığını iddia eden kimse yalancıdır. Böyle bir kimsenin hiç bir sözüne itibar edilmez !!!
Muhyiddin İbn Arabi hz. ne güzel söylemiş : ” Uyulmaz şeriatı zayi olana, getirse de bin haber Allah katından “.
Allah en doğrusunu bilir.
………………………………………………………..
Tecelliler farklı olduğunda herkes müşahade ettiğini ifade eder. Herkesin ifadesi farklılık arzetmesine rağmen içinde bulundukları halin etkisi ve tecellide müşahadelerine göre hepsinin söylemi de doğrudur. Bu durumda ‘ doğru tek’dir ‘ demek hatalı olur. Hakikat tek’dir , değişmez ve başkalaşmaz. Ancak hükümler farklılaşabilir. Doğru ; hale , mertebeye , içinde bulunulan şartlara göre değişebilir.
“ Sadece ; doğru, daha doğru, kamil ve daha kamil olan vardır. “ buyurmaktadır Muhyiddin İbn Arabi hz.
………………………………………………………..
Mutlak manada Allah’tan başka vücud sahibi bir varlık yoktur. Bütün yaratılmış her ne var ise Allah’ın ilminde halk ettiği ilmi suretlerdir, yani hayalden ibarettir. Tüm yaratılmışın mutlak manada hiç bir şekilde vücudu yoktur , olmamıştır. Tabi bu hakikat kime göre ? Allah’ın Zat’ına göre ! Bize göre ise biz varız ve ebedi olarak da bu algı üzere var olacağız. Bu hakikati ancak idraklerimizde hazmedebilsek dahi ben , biz algısından asla mutlak manada çıkamayız. Bu durum ahiret hayatında da böyle olacaktır.
‘ Hak ‘ kelimesi Kur’an-ı Kerim de geçen ayetlerde geçtiği yere göre farklı anlamlarda kullanılmıştır. Başta Allah’ın bir ismi olarak kullanıldığı gibi , şeriat , hüküm , doğruluk , adalet , nasip , pay , bir şeyi gerektiği gibi yapmak , kıyamet anlamlarında da kullanılmıştır. Bu anlamlarda eserlerinde yerine göre Muhyiddin İbn Arabi hz. nin de kullandığını görmekteyiz. Meseleyi incelerken kelimelerin manalarına ve kullanıldığı yerde ifade etmek istediği manaya dikkat etmek gereklidir. Bu dikkat ve titiz davranış sayesinde doğru bir bakış açısı ile doğru idrak açılımı olacaktır. Aksi takdirde anlatılmak istenen mananın dışında kişinin hatalı anlayışı sayesinde hakikatten uzak bir anlayış söz konusu olacaktır. Bununla birlikte şunu da belirtelim ki kişinin doğru anlayışı dahi derecelenmektedir. Yani her bilenin üzerinde bir bilen muhakkak vardır. Doğru anlayış sahibinden daha doğru anlayış sahipleri çıkabileceği gibi böylece kemalatta derecelenme muhakkaktır.
Alemde zuhur eden her suret Allah’ın mazharlarda tecellisinden ibarettir. Bu cihetle her şey ‘Hak’ tır. Yani varlık aleminde görülen her şey ‘ Bir ‘ den halk olmuştur ( yaratılmıştır). İşte O Bir ‘ Hak ‘ tır. Ancak dikkat ediniz her şey ‘ Allah’ tır denilemez !Allah , mutlak varlığa işaret eden isimdir, ‘ Zat ‘ a işaret eder. Allah’ın zatından gayrı hiç bir şey yoktur. Bununla birlikte Allah her şeyden münezzehtir. Varlık , Allah’ın mutlak zatının bir parçası değildir, Allah’ın zatından da ayrı müstakil bir şey değildir. Allah parça ve cüzlere ayrılmaz. Sadece Allah’ın ilmindeki ilmi suretlerdir.
Bu hakikatleri okuyanların hataya düştüğü ve ayaklarının kaydığı nokta ‘ varlığın birliğini ‘ idrak ettiklerinde buna ‘ Allah ‘ demeleridir !!!
Oysa ki varlığın birliği ilk yaratılan şey olan ‘ Hakikat-i Muhammedi ‘ dir. Akıl ile varılabilecek son nokta işte tam burasıdır. Buradan ötesine akıl geçemez. Buradan ötesine geçmek için ‘ Akıl Burak’ın dan inip , Kalp Refref’ine binmek gerekir ‘ ki bu kişinin çabasıyla değil Allah’ın ihsan ve lütuflarıyla olabilecek bir şeydir.
Hallaccı Mansur (k.s.) un ‘ Enel Hak ‘ demesi işte bu hakikate işaret eder. Yunus Emre (k.s.) nin ‘ Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm ‘ demesi bu hakikate işaret eder. Resulullah ( S.A.V) efendimizin mirac sabahı kendisini görenlere ‘ Beni gören Hakkı görmüştür ‘ demesi bu hakikate işaret eder.
“O halde ağaçtan konuşan Hak’ tan başkası değildir ve Hak ağacın suretidir. Hz. Musa’ dan duyan Hak idi. Bu durumda Hak duyan olması itibarıyla Musa’ nın suretiyken konuşan olması bakımından ağaçtır. Ağaç , ağaç ; Musa da Musa’ dır ! Burada hulul yoktur. Bir şey kendi zatına hulul etmez; hulul ise iki zatın olmasını gerektirirken burada sadece iki hüküm vardır.”
Hakikat tektir, değişmez ve başkalaşmaz. Ancak hükümler farklılaşır. Şartlara, mekana ve kişilere göre farklılık arzedebilir.
………………………………………………………..
Ne güzel ifade etmiş Şeyh-ül Ekber (k.s.).
Dini bir takım bilgilere sahip insanlar hakikate dair gördükleri ve bildiklerini idrakleri nispetince etrafındaki insanlara anlatmaya, izah etmeye çaba sarfetmekteler. Bu zümrenin içersinde mümin’ler , meczup’lar salih’ler , abid’ler , alim’ler ve arif’ler bulunmaktadır. Bu zümreden kimisinde Allah’ın rahmetinin genişliği ağır basmakta, kişi bu hal ile rahmetin kapsayıcılığında adeta sarhoş olmuş gibi her dem etrafındakilere Allah’ın rahmetinin kuşatıcılığından dem vurup her insan için mizaçlarına uygun düşecek olan sondaki mutluluğu dile getirir.
Bu zümreden kimisi ise Allah’ın emri cihetine itibar ederek buna sıkı sıkı yapışır, şeriatın hükümlerinden hiç taviz vermez. Suç varsa ceza da olmalıdır , der. Suçu hemen cezalandırır. Allah’ın gazabına bakması cihetiyle emrine muhalefet edeni zorlayıcı ahlakı esas alarak muamele eder.
Bu zümreden bazıları ise hepsini cem eder. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanır ve insanları davet ederken ilahi ahlak üzere davet yapar ki en kamil davetçi işte budur!
Hakikatin tek olduğunu , hükümlerin ise zaman , durum , hal’e göre farklılık göstereceğini bilir , muhatabının içinde bulunduğu hal ve mertebeyi bilir ve bu bilgilerin doğrultusunda en doğru olan , en kamil olan muamele ne ise ona göre hareket eder. En yüksek dereceye sahip olan işte bu zümredir.
Bizlere Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) hazretleri bu zümreden sonuncusu olan en yüksek ve yüce bab olan ilahi ahlak üzere insanları davet etme yoluna çağırmakta , bu yolu anlatmakta , bu yolu ifade etmekte , bu yolun en kamil yol olduğunu işaret etmektedir. Allah en doğrusunu bilir.
………………………………………………………..
Hakikatleri idrak etmek ve hazm etmek zordur. Bu sebeple bazı Allah dostları, hakikatleri üst perdeden dile getiren seçkin Allah dostlarını , avamın yararını gözetmeleri hasebiyle eleştirmişler ve bunu da şeriatın hükümlerini zahiri manada korumak için yapmışlardır. Onlar bu duruşlarında haklıdırlar ve doğru olanı yapmışlardır. Çünkü onlar halkın geneline (avama) seslenirler. Onlar bu amaç için yaratılmış ve bu görevi ifa etmek için seçilmiş Allah dostlarıdır.
Olaylara hakikat boyutundan bakan seçkin Allah dostları ise genele değil seçkinlere yani bu hakikatleri idrak etme istidatı olanlara seslenirler ve bu hakikatleri dile getirirler. Onlar bu iş için yaratılmışlardır. Her mertebenin bir adamı her adamın bir hali vardır. Herkes fıtratına uygun meşrebi bulduğunda mutmain olur.
Muhyiddin İbn Arabi hz. şöyle der : “Allah’ın bir iradesi bir de emri vardır. Bak bunlardan hangisi seni kurtaracaksa ona sarıl ! ”
Kurtuluş için emrine sarılanlar olacağı gibi , iradesine sarılanlar da olacaktır. İradesinin hükmünün mutlaklığını kamil manada idrak edemeyen akıllı kişi elbette emri cihetine sıkı sıkı sarılmalıdır. Aksi takdirde helak olur. Allah’ın iradesinin ne olduğunu kamil manada idrak eden kişi ise aynı zamanda emrinin hakikatine de vakıf olan kişidir. Velhasılı Allah’a giden yolllar mahlukatı adedincedir.
Su akar yolunu bulur. Görelim Mevla neyler , neylerse güzel eyler.
………………………………………………………..
“Nefs, özü gereği Allah korkusuna ve günaha yatkındır.
Akıl ve arzu gücü, nefİste hükümrandır.
Akıl nefsi kurtuluşa çağırırken arzu gücü onu ateşe çağırır.”
Futuhat c5 , s97 – Muhyiddin Ibn Arabi (k.s.)
İnsan denilen vücud ülkesini şu iki kuvvetten birisi yönetir. Ruh veya Nefs.
Ruh , aslı gereği saf, temiz ve Allah’ın emir ve yasaklarını kabul edici özelliktedir. Nefs ise , Allah’ın emirlerini kabul etmeye meyilli olduğu kadar O’ nun emirlerine asi gelmeye de meyillidir. Bu iki kuvvet vücud ülkesini ele geçirmek için sürekli savaşırlar. Allah , ruh un emrine vezir olarak akıl’ı vermiş, nefsin emrine de vezir olarak arzu gücünü (şehvet) vermiştir.
Ruh , kuvvetli ve kudretli bir padişah ise şayet veziri olan akıl ile birlikte , kendisine düşman olan nefs’i dize getirir, arzu gücüne pranga vurur , meşru dairenin dışına çıkmasına müsaade etmez.
Yok eğer nefs arzu gücüne uyup ruhun karşısında daha kuvvet ve kudret sahibi olup onun veziri olan akıl’ı da emri altına alırsa o zaman bu vücud ülkesinin sahibi olur, ruh’u bir köşeye pusturur, kendi istek ve arzuları doğrultusunda kural tanımaz bir şekilde vücud ülkesini yönetir ve kişinin ahiret hayatında helak olmasına sebep olur.
Şimdi ; Allah’ın rızası istikametinde ve hakikati yaşamak isteyip ama buna muvaffak olamayıp aksi bir şekilde yaşam sürmenin sebebine gelirsek :
Vücud ülkesinin yönetiminin nefs’in elinde olduğu gerçeğine varırız. Bu durumda yapılması gereken şey ise ruh’u kuvvetlendirip, veziri olan aklı nefs’in elinden kurtarıp tekrar ruh’a biat etmesini sağlamalı, bunun için de nefsin kuvvet ve kudret bulmasını sağlayan meseleleri tespit edip derhal bu durumu ortadan kaldırmaya yönelik çalışma içersine girilmelidir.
İlim , zikir , şükür , sabır , sebat , sadakat ile Allah’ın rızası istikametindeki amellere sarılmak cihetiyle ruh kuvvet bulur.
………………………………………………………..
Her mertebenin bir bakış açısı ve izahatı vardır.
Hakikat tektir, ancak hükümler farklılık arzeder.
Herkes kendi bulunduğu mertebeden hakikatleri değerlendirir. Mertebe ne olursa olsun şeriatın hükümleri herkesi bağlar. Kulluk asla terk edilmeyen mertebedir, üzerinden hiç bir zaman çıkmayan bir elbisedir. İbn Arabi hz. eserlerinde hakikatleri açıkça ortaya koymu , perdeleri kaldırmış ve akabinde hemen şeriatın hükümlerini de ortaya koyarak okuyucuya kulluktan asla çıkamayacağını , çıkmaması gerektiğini çok güzel ifade etmiştir.
Biz de acizane bir Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) okuyucusu, takipçisi, seveni, öğrencisi olmamız hasebiyle inşaallah onun yöntemlerini idrakimiz ve nasibimiz oranında ifade etmeye gayret etmekteyiz. Sözlerimizin ulaştığı kimseler kendi ilimleri, idrakleri nispetinde mertebelerine göre ifadelerimizi değerlendirecek olacaklarından elbette herkesin çıkardığı anlam farklı olacaktır. Bizim hakikatte anlatmak istediğimiz manaya mutabık bir mana idrak edenler olabileceği gibi çok farklı, idrakimizin fevkinde ve hatta yanlış manalar idrak edip hataya düşenler de olabilecektir.
Dikkat ediniz, ifade edilen hakikatler üst mertebeden ifade edildiği sürece böyle bir tehlikeyi tamamen bertaraf etmek mümkün değildir.
Muhyiddin İbn Arabi hz. ne güzel söylemiş : ” Allah’ın bir emri bir de iradesi vardır. Bak bunlardan hangisi seni kurtaracaksa ona sarıl. ” İradesi mevzuunu idrak edemeyecek olanların emrine sıkı sıkı sarılması ve hakikatleri üst mertebeden araştırmaya kalkışmaması gerekir.
………………………………………………………..
“ Nefse ve onu düzenleyene , ona iyilik ve kötülüğünü ilham edene yemin olsun ki “ (Şems , 7-8)
Resulullah (S.A.V.) efendimiz bir sahabenin , yaratılışın başlangıcı öncesi Rabbimizin nerede olduğuna ilişkin sorusuna “ Allah var idi ve ama da idi “ buyurmuş, yani Allah ile birlikte hiçbir şeyin varlığından söz edilemeyecek bir durumu belirtmiş ve bu sözün akabinde Hz. Ali (r.a.) “ El’an da öyledir “ diyerek tamamlamış, yani halen de öyledir, değişen hiçbir şey yoktur anlamına gelen ifadeyi kullanmıştır.
Meseleye hakikat boyutundan bakabilmemiz bize gerçek tevhid idrakini kazandırır. Mü’min diye nitelenebilmek için kişinin gerçek tevhid ehli ‘ muvahhid’ yani ‘ Allah’ı birleyen ‘ olması gerekir. Müslüman kimse Allah’ın varlığına iman etmiş iken, mü’min kimse ise Allah’ın mutlak birliğine iman etmiş kimsedir. Allah’ın birliğine iman etmiş kimse bilir ki tek vücud sahibi Allah’tır. Allah ile birlikte her hangi bir şeyin vücud sahibi olmasından , varlık sahibi olmasından söz edilemez. Bu durumda tüm alem ve alemde bulunan her şey , tüm yaratılmış , Allah’ın ilminde yarattığı ilmi suretlerden ibarettir. Allah’ın varlığı gibi bir varlıklarından söz edilemez, Allah’ın varlığının yanında yok hükmündedirler. Bu hakikati kimi ehlullah “ Alemler hayelden ibarettir. “ , “ Hiçbir mevcudat varlık kokusu almamıştır. “ gibi sözleri ile ifade etmişlerdir. Biz bu hakikati ancak idraklerimizde algılayabiliriz. Bununla birlikte bir yaratılmış olarak “ben varım” ya da “alem var” deriz ve bizde oluşan bu varlık algısı ebedi olarak yani hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında cennet ya da cehennem ortamındaki yaşantıda da kesinlikle var olacaktır ve bu algıdan mutlak manada soyutlanmamız asla mümkün değildir.
Konuya hakikat boyutundan bizde oluşan idrak ile baktığımızda “ Nefse ve onu düzenleyene , ona iyilik ve kötülüğünü ilham edene yemin olsun ki “ (Şems , 7-8) ayetinden şunu anlarız ki : Nefs’e mutlak manada ilham eden Allah’tır. Varlıkta Allah’tan gayrısı yoktur. Tüm mazharlarda tecelli eden ve tecelligahta şen’den şen’e giren O’ dur. Mazharlar dahi O’ndan gayrı değildir. Bu bakış ve idrak hakikat boyutundan olan bakıştır. Ancak Allah , dünya hayatında yapmış olduğumuz işimiz , ibadetimiz , ilişkilerimiz , niyetimiz , düşüncelerimiz , eylemlerimiz hususunda bir ölçü içersinde olmamızı istemiş ve bu ölçüye şeriat adını vermiştir. Aynı şeriat bize Allah karşısında edepli olmamızı emreder. Edep dairesi içersinde hareket ettiğimizde ki kamil mü’min edebe riayet etmelidir , bu durumda nefse kötülüğü ilham eden olarak şeytanı gördüğümüz gibi , nefse iyiliği ilham eden olarak da meleği görürüz. Çünkü şunu bilir ve kabul ederiz ki , ‘ sana bir iyilik isabet ettiğinde bunu Allah’tan bil , sana bir kötülük isabet ettiğinde ise bunu nefsinden bil ‘ uyarısı bize bu hususta takınmamız gereken edebi tavrı açıklar. Oysa ki her ikisi de “ Allah katından dır “ !. Burada nefse isabet eden iyilik ve kötülüğün tamamının kaynağı hususunda “ Allah’tan dır “ demeyip , “ Allah katındandır “ söylemini kullanmak ( ki bunun anlamının derinliğini ve buradaki ince manayı ehli olan bilir ) yine ilahi huzur karşısında edep takınmaktan kaynaklanır ve doğrusu da budur. Bir de şu hakikat vardır ki mahallin sahip olduğu istidat durumu ( ayan-ı sabitesinden kaynaklanır) bu ilhamlardan birini alıp kabul etmeyi ve onun tesirlerini kendi üzerinde açığa çıkarmayı belirler. Şeriat tarafından belirlenmiş haram ve mekruh hükmünde olan şeyleri yapmaya yönelik gelen ilhamların şeytan dan olduğu gayet açıktır. Şeytan sıradan insanlara bu tarz ilhamlarla geldiği gibi ariflere ise daha farklı ilham ile gelir. Arif kişi dince belirlenmiş bir ibadeti yapmaya niyet ettiğinde şeytan başka bir ibadeti o kişiye daha güzel , daha faziletli gösterir ve böylece arif kişi ilk niyet ettiği ibadeti yapmaktan vaz geçerek şeytanın kendisine daha güzel gösterdiği ibadete yönelir. Oysaki bu ilhamın şeytan dan olduğunu bilseydi böyle yapmaz , önce ilk niyet ettiği ibadeti yerine getirir ve daha sonra ikincisine geçerdi. Şeytan dan gelen ilham hızla değişiklik arzeder. Bu durum şeytanın ateş unsurundan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Nefs , şeriatça belirlenmiş kurallara riayet etmeye yönelik çalışma içersine sokulur , kontrol altında tutulur , terbiye ve tezkiye hususuna titizlikle dikkat edilirse melekten gelen ilhamları kolaylıkla kabul edip uygulamaya geçen bir mahal olur. Şeytanın amacı kulun , Allah’ın rızası hilafına , şeriata muhalif iş , oluş , uygulama ve düşünce içersine girmesini sağlamak ve böylece Allah’a asi olup rahmetinden uzak düşmesini temin etmektir.
Böylece kulun nefsi , şeytan dan ve melek den gelen ilhamlara mahal olur. Bu ilhamların ne şekilde olanına itibar edilip ne şekilde olanına itibar edilmemesi bilgisini ise kişiye kazandıran şey leduni bilgidir. Leduni bilgi Allah’ın kullarından istediklerine verdiği bilgidir. Bu cihetle leduni bilgide kesb yani kazanım yoktur. Vehb yani O’nun dilemesi ve vermesi vardır. Salih amel işleyen kullarından dilediğine Allah bu ledun ilmini verir. Böylece leduni bilgi sayesinde kul , amellerin hakikat ciheti ile kendisine getirisini ve sonuçlarını öğrenir. Namaz kılmak neticesi olarak kulun mirac etmesi ve Rabbi ile konuşması hakikatine vasıl olması , zekat vermek neticesi olarak kulun bereket kazanması , oruç tutmak neticesi olarak kulun Allah’ın samedaniyetini idrak etmesi, o boya ile boyanarak “ O’nun benzeri şey yoktur “ ayetinde dile getirilen benzersizliğin olumsuzlanmasından meydana gelen tenzihi kulun kazanması , Allah’ı zikretmesi ve buna devam etmesi neticesi olarak kulun alemde dilediği şeye “ ol “ deyip o şeyin olması sonucunun açığa çıkması halinin kazanılması vb. gibi mevzuları leduni bilgi sayesinde kul öğrenir.
Nihayetinde kul ancak bu ilimleri tahsil ederek , emr-i ilahiye uygun ameller işleyerek nasibi oranındaki kemalat derecesinde Allah’ı bilebilir.
………………………………………………………..
Muhyiddin İbn Arabi hz. ne göre istikamet ; doğruluk ,kendilerinden amaçlanan yararın gerçekleşmesini sağlayan geçerli hareketin ta kendisidir. Burada kastedilen istikamet yani doğruluk budur. Genel manada istikamet, doğru yolda olmak ise “ Her canlının perçeminden tutmuştur “ (Hud-56) ayetinde belirtildiği gibi var olan her şey , gerçekte ‘ Rabbinin yolunda ‘ istikamet üzeredir. Çünkü sadece Hakkın perçeminden tuttuğu kimse vardır ve hiçbir yaratılmış perçemini doğru yoldaki efendisinin elinden alamaz. Bu husus kulların hakkında ayan-ısabite ( değişmez hakikatler) diye nitelendirilen kader mevzuu ile alakalı hakikatlerdir. Allah “ Hepiniz için bir şeriat ve yöntem belirledik “ buyurur. Bu hükümler Allah tarafından yaratılmıştır. Allah’ın kendisinde yürümesini belirlediği yolun ( hükümlerin ) dışına çıkan biri , hiç kuşkusuz ,Allah’ın yürümeyi belirlediği yoldan çıkmış demektir. Aynışekilde Allah’ın ona yürümesini emrettiği yoldan çıkıp başka birinin yolunu tutan kişiyi de ‘ sapmış kişi ‘ diye isimlendiririz. Her birey (her birine göre) kendisi için yasa yapılmış şeriatta ‘ doğru yoldadır ‘
Allah’ın bir emri vardır , bir de iradesi. İradesi tüm yaratılmış üzerinde mutlak hükmünü gösterir. Allah’ın iradesine tüm yaratılmış isteyerek ya da istemeden de olsa uymak zorundadır, uymaması mümkün değildir. Allah neyi ne şekil irade eder ise , irade ettiği şey aynen olur. Allah’ın emrine ise kullarından bazıları uyarken bazıları direnmiştir. Uyanlar mükafatlandırılırken direnenler ise cezaya müstehak olmuşlardır.Ahiretteki sorgu Allah’ın emrine uyup uymamak cihetinden olacaktır. Dünya hayatındaki imtihanın amacı ve gayesi de budur.Ayette geçen “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol “ emri bu yüzden ariflere en güç ve ağır gelen şey olmuştur. Acaba istikamet üzere olmaları hakkındaki Allah’ın emri , yine kendileri hakkındaki iradesi ile örtüşüp örtüşmediği hususu onları korkutmuş ve ağır gelmiştir. Resulullah efendimiz istikamet üzere olmanın en belirgin ve en hayırlı olan ameli ise namaz demiştir.
………………………………………………………..
” Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin. ” Hucurat -10
Üzerimize İslam düşmanlarının , münafıkların , hainlerin tarafından türlü oyunların oynandığı şu günlerde bu ayetlerin anlamlarını derinden tefekkür edelim. Yaşadığımız ya da iddia ettiğimiz müslümanlığımızı sorgulayalım. İmanımızı tazeleyelim. Allah’ın ipine sıkıca yapışalım. Mü’min olmanın gereğini yaşayalım. Mü’min kardeşlerimizi sevelim , bir olalım , birlik olalım. Eğer hakkıyla mü’min olursak bilmeliyiz ki muhakkak Allah bizim yar ve yardımcımız olacaktır.
Öfkeyle ve aceleci davranmayalım. Yalan yanlış haber , görüntü , ses kayıtlarının peşine düşüp düşmanların tezgahlarına gelmeyelim.
Bir şeyin hakikatini tam olarak bilmeden o şey hakkında hüküm veren zannına göre hareket etmiş olur. Allah bizleri zannın çoğundan sakının diye uyarmakta ve zan üzere hareket etmenin ne kadar yanlış olacağını ve kötü sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.
Hainlere ve düşmanlara karşı yürütülen savaşta devletimizin , askerimizin , polisimizin yanında olalım. Onlara dualarımızla ve kararlılıkla yanlarında olduğumuzu halimizle , sözümüzle , fiillerimizle gösterelim.
Allah , şehitlerimizin şehadetlerini kabul buyursun , rahmetiyle muamele eylesin. Ahirette yakınlarının bu şehitlerin şefaatlerine ulaşmasını nasip eylesin. Geride kalanlarına sabrı cemil ihsan eylesin.
Bizlere de gerçek mü’min olmayı , imanımızda kuvvet bulmayı , mü’min kardeşlerimiz ile ‘bir’ olmayı , Allah’ın düşmanlarına , hainlere , münafıklara karşı yürütülen bu savaşta muzaffer olmayı , İslamın sancağını yeniden dalgalandırmayı müyesser kılsın inşaAllah.
………………………………………………………..
Allah’ın kuluna gönderdiği peygamberi aracılığı ile bildirdiği ve gönderdiği şeriata uyulmasını isteyerek getirdiği teklife uyan kul müstakim üzere olan yola girmiş kul dur.( Bu bakış olaya şeriat boyutundan bakıştır.)
“Hiçbir canlı yoktur ki , Rabbin onun perçeminden tutmuş olmasın. Rabbim kuşkusuz ki sırat-ı müstakim üzeredir.” (Hud-56) ( Bu bakış ise olaya hakikat boyutundan bakıştır.) Şu da unutulmamalı ki muhakkak ki şeriat ve hakikat birbirlerinden farklı şeyler olmayıp, aynı hakikatin farklı boyuttan (bilinçten) seyridir.
Buradan şunu anlıyoruz ki her varlık kendini terbiye eden Rabbi ciheti ile kendine has sırat-ı müstakimi ( doğru yolu) üzeredir. Yani her ne iş için yaratılmış ise o maksada uygun donanıma sahiptir. Mümin kul bunu bilmekle birlikte “ Emrolunduğun gibi dosdoğru ol “ Hud 112 hitabına muhatap olarak Alemlerin Rabbi olan Allah’ın emrine ( peygamberi vasıtası ile indirdiği şeraitine) uymak ve kulluğunu bu cihetten ifa etmek için büyük bir çaba sarfeder, günahlardan sakınıp emirleri doğrultusunda fiiller işleme gayret ve azmini gösterir. Fatiha suresini okurken talep ettiğimiz sırat-ı müstakim budur, yani emrine uyulan yoldur. Allah kulunu hesaba çekerken –emirlerine- ( iradesine değil) ne derece uyup uymadığını sorar. Bu hususu iyi bir şekilde kavrayabilmek için daha önceki paylaşımlarımızda konu edindiğimiz “ Allah’ın emri ve Allah’ın iradesi “ kavramlarının ne anlama geldiğini iyi anlamak gerektir.
………………………………………………………..
Her yaratılmış ( buna insan da dahil ) Allah’ın sonsuz isimlerinden isim terkibinin tecelli mahallidir. Hadi ismine ve o isim terkibine uygun olan kişi said ( cennet ehli) olurken , Mudill ismine ve o isim terkibine uygun olan kişi ise şaki ( cehennem ehli) olmaktadır. Bu dünya hayatında kişilerden değişmez hakikatleri (ayan-ı sabite ) gereğince buna uygun fiiller sadır olacaktır. Bu durumda kişinin terkibini oluşturan ilahi isimler yönünden Rabbinin doğru yolu üzerinde denilmektedir ve Rabbi bu kulundan razıdır. Razı olmasının sebebi terkibinin gereği olanı yapması hasebiyledir. Ancak Rabbul Alemin olan Allah kulunun imanından ve şeriatında belirlediği teklifi emirlerine uymasından razıdır. Küfür ehlinin yaptığı gerçeği örtmek fiilinden razı değildir. İşte bu yol Fatiha suresinde dile getirdiğimiz ve talep ettiğimiz ” sırat-ı müstakim ” olan dosdoğru yol’dur ki Hak bundan razıdır ve biz O’ndan bu yol üzere olmayı talep ederiz. Bu konuyu yakın zamanda paylaştığımız ” Rab , Rabbül Has , Rabbül Alemin kavramları üzerine ” adlı makalemizde de dile getirmiştik. Burada kastedilen” gerçeği örtmek ” fiili ile anılanlar ehlullah değil , iman sahibi olmayan küfür ehlidir.
………………………………………………………..
Kalbinin sesini duyabilenler için bu güzel bir ölçü, şaşmaz bir terazidir. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir şey vardır ki, kişi nefsinin ya da şeytanın seslenişini kalbinin seslenişi sanmasın! Kalbin sesi Rabbinin seslenişi, Allah’ın emri ile meleğin seslenişidir. Bunu ayırt edebilecek ilme sahip olan büyük bir nimet elde etmiş olur.
………………………………………………………..
Kişi zahiri ilimlerin bir veya bir çok dalında kendini donatıp bu konuda yetkili , bilen , kararına danışılan ve hükmü kabul edilen biri olabilir. Bu durumda böyle biri için ‘tam’ bilgi sahibi denilir. Başka bir kişi Batıni ilimlerin bir veya bir çok dalında kendini donatıp bilen , verdiği hükmü kabul edilen biri olabilir. Böyle biri için de ‘tam’ bilgi sahibi denilebilir.
Zahiri ilimleri bilip Batıni ilimlerden haberdar olmayan kimse tek kanatlı kuş gibidir. Kuş olmak uçmayı gerektirir. Uçmak ise iki kanatlı olmayı gerektirir. ‘ Kemal ‘ üzere olmak işte bu ‘tam’ lıkların bir araya gelip hidayet üzere olup , Allah’ın emri istikametinde hareket etmek neticesi ulaşılan durumdur.
Allah her şeye yaratılışını vermiş ve her şey yaratılış yönüyle tamamlanmıştır. İnsan ilahi suret üzere yaratılmıştır. Bunun gereği olarak kendisinde bir çok haslet (huy,ahlak) bulunur. Bu huyların bir kısmı kullanıldığı yere göre şeriatça övülmüş iken bir kısmı ise yine kullanıldığı yere göre şeriatça yerilmiştir. İnsan , yaratılıştan sahip olduğu bu huyları kendisinden söküp atması, kurtulması mümkün değildir. İnsana düşen görev sahip olduğu bu huyları şeriatın kınadığı alanlarda değil övdüğü alanlarda kullanabilmektir.
Mesela gurur ve büyüklenmek huyu bir tek yer hariç diğer yerlerde kınanan , men edilen ve cezalandırmayı gerektiren bir huydur. Ancak savaş alanında düşmana karşı gurur ve büyüklenme davranışı Allah’ın ve Peygamberinin sevdiği ve övdüğü bir davranıştır. Bunun gibi kul yaratılıştan sahip olduğu bu huylarla ‘tam’lık üzere yaratılmış iken bu huyları Allah’ın razı olduğu istikamette kullanmak neticesi ‘kemal’e vasıl olmuş olur. İşte talep edilen şey budur, yani ‘kemal’ dir. Kemale ulaşmak ise hidayet üzere olmak ve Allah’ın rızası olan yolu gözetmek ile olabilir.
Resulullah (S.A.V) efendimiz : ” Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim ” buyurmuştur , yine ” Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın ” buyurmuştur. Burada kemal üzere olmanın yolu gösterilmektedir.
AHMET ŞAHİN UÇAR